Prens Adaları’nda yaşam: Aşinalığın ötesinde

Andrée Galataud Coşkun, adaların emeğini kendi çektiği fotoğraflarla gün yüzüne çıkarıyor. "Keşif zevkine dalıp giden ziyaretçi, adalarda sıradan bir yaşamın sürdüğünü neredeyse unutur. Doğal ki burada da insanlar çalışır, üretirler" diyor.

Miyase İlknur

Halk arasında “Adalar” diye bilinen İstanbul’un sayfiye yerinin tarihte “Prens Adaları” diye geçtiğini İstanbulluların bile çok azı bilir. Ancak prensler için Adalar sayfiye amacıyla değil sürgün yeri olarak kullanılırdı. Sadece prensler mi? Din adamları, Bizans sarayının gözden düşen üst düzey bürokratları, prensleri hatta savaş kaybetmiş ya da saray içi darbelere maruz kalmış imparatorlar ve imparatoriçeler için ideal bir sürgün yeriydi Adalar. Özellikle 8. yüzyıldan itibaren bu amaçla kullanılan Adalar’ın o devirde bozulmamış güzelliğini düşünüp de “Aman böyle sürgün dostlar başına” demeyin sakın. Zira o güzellikleri görme şanşları hiç olmadı sürgünlerin. Çünkü hakkında sürgün kararı verilenlerin gözüne mil çekilerek postalanırdı Adalar’a. Sürgün yerini terk etmesinler diye İstanbul’a ulaşımı olmayan Adalar seçilmişti. Gözlerine mil çekilmeseydi eğer o güzellikleri bırakıp dönerler miydi İstanbul’a bilmem.

BEGONVİLİ KİM GETİRMİŞ?

Aynı zamanda manastırları ve kiliseleri ile dini bir merkez olma özelliğinin de bulunduğu Bizans döneminin ardından Osmanlı’ya geçen Adalar salgın hastalıklar sırasında varsılların ve önemli devlet adamlarının kendilerini karantinaya aldıkları bir sığınaktı. Deniz ulaşımı yaygınlaşınca da sayfiye yeri oluverdi. Tabii paşaların ve beyzadelerin. Babıâli’deki rekabetlerini, yaptırdıkları görkemli köşklerle Adalar’a da taşımış oldular. Batılı pek çok gezginin de uğramadan geçmediği Adalar Cumhuriyet’ten sonra sanatçıların, yazarların ve ressamların yerleşmesiyle onlara esin kaynaklığı görevini üstlenmiştir.

“Yaz geçti bu Adalar tanıtımı da nerden çıktı” şimdi denebilir. Aslında tanıtmak istediğimiz Adalar değil Adalar’da arkası ve önüyle yaşamın anlatıldığı bir kitap. Andrée Galataud Coşkun’un hem kaleme aldığı hem de fotoğralarıyla süslediği kitapta Prens Adaları’nın tarihi, insanları, köşkleri, çiçekleri, ormanlarını oluşturan ağaçları, faytonları, hayvanları, esnafları ve sahnenin arkasındaki emekçileri tanıtıyor. Ali Sirmen’in önsözüyle başlayan kitapta Andrée Galataud Coşkun, kitabı yazma amacını şu sözlerle anlatıyor:

“Prens Adaları sevdalısı ve yürüme meraklısı bir kişi, başkalarının da yaptığı gibi, sokaklarda patikalarda dolaşırken doğal ve mimari güzellikleri cebindeki emeklilik armağanı fotoğraf makinasıyla ‘yakalamaya’ çalışıyordu. Ama sosyal yaşama sınır tanımaz derin ilgisi, gözlerini ve objektifini bir başka zenginliği, Adalar’daki yaşamın temelini oluşturan ve malvarlığının sürdürülebilirliğini sağlayan o müthiş insani emek zenginliğine yöneltti. Böylece aynı dünyanın ayrılmaz çehreleri bu albümde buluşmuş oldu.”

Adalar deyince begonvil süslü köşklerin bahçeleri hemen akla gelir de bu begonvillerin Adalar’a nasıl geldiğini pek çoğumuz bilmez. Onu da Ali Sirmen’in kitabın giriş bölümündeki “Hoş geldin Andrée” başlıklı yazısından öğreniyoruz. Ünlü Fransız denizci Amiral Louis Antoine Bougainville (1729-1811), Pasifik seferinden dönüşünde beraberinde getirdiği için kendi adıyla anılan (Türkçesi begonvil oldu) renkli sarmaşık “bougainville”ler mimozalar ile birlikte Adalar’ın simgesi haline gelmiştir.

Coşkun’un kitabında bilinmeyen ya da az bilinen başka bilgiler de var. Mesela Büyükada’nın en önemli simgelerinden Splendid Oteli’nin muhteşem kubbelerinin görsel şölenden öte işlevsel bir görevi olduğunu öğreniyoruz. Meğer Adalar’a henüz denizaltı borularıyla su getirilmediği dönemlerde, oteli yapan mimar gerekli suyu depolamak için bu kubbelerin içine gizli tanklar inşa etmiş.

AVRUPA’NIN EN BÜYÜK AHŞAP BİNASI

Coşkun, Adalar’ın simgesi diğer tarihi yapılarla ilgili olarak da önemli bilgiler veriyor. Bunlardan biri de yıkılmaya yüz tutmuş Rum Yetimhanesi. “1989 yılında İstanbul’un efsanevi Pera Palas’ın da mimarı olan Levanten Alexandre Vallaury tarafından inşa edilen bu bina aslında bir otel için düşünülmüş. Ne var ki sonuçta Rum Yetimhanesi’ne dönüştürülen bina, 1964 yılında kapılarını kesin olarak kapatsa da hâlâ Avrupa’nın en büyük ahşap binası olma unvanını sürdürmektedir.”

Rum Yetimhanesi gibi kaderine terk edilmiş bir diğer binada Lev Troçki’nin 1929’dan itibaren Büyükada’da sürgündeyken birkaç yılını geçirdiği Sivastopol Köşkü, neredeyse tamamen yıkılacak hale gelmiş, çatısı çökmüş, geride yalnızca dönemin bitki örtüsünü koruyan ama her yanı yabani otlarla kaplı, büyük bahçesiyle kalmıştır.

Adalar’ın tarihi esnaflarından, ev sahipliği yaptığı sanatçılara, yaşamı aksamaması için perde arkasında çalışan emekçilerin, tarihi binaların ve ormanların öykülerine kadar pek çok bilgi ve birbirinden güzel resimlerin daha fazlası kitapta.