Panoramik ve Otantik: Licorice Pizza

Pandemi sebebiyle insanlar çocukluk anılarına, eski arkadaşlarına, yani güvenli sığınaklaırna dönüş yaparken yönetmenler de kişisel anılaırna sığınmış görünüyor. Licorne Pizza ile gençliğine, 70’lerin San Fernando Vadisi’ne dönen Paul Thomas Anderson’da yarı otobiyografik bir uzun metrajla karşımıza çıkan son dünyaca ünlü yönetmen oldu.

Başak Bıçak

Dünya sinemasının önemli yönetmenlerinin kişisel anılarını canlandırdıkları bir sene olmuş gibi görünüyor 2021... Kenneth Branagh imzalı Belfast ve Paolo Sorrentino’nun çektiği The Hand of God’ın ardından Paul Thomas Anderson da şahsi kabul edilebilecek bir filmle seyircisiyle buluştu. Yönetmenin 70’li yıllarda doğup büyüdüğü topraklardan izler taşıyan Licorize Pizza, San Fernando Vadisi’nin güneşi altında anılarını, gençliğini, "Amerikan rüyasını’ ve kadim Hollywood’u" canlandırıyor...


There Will Be Blood ile 19. yüzyılın sonunda petrol çağına, The Master ile savaş sonrası ABD’sine, Phantom Thread’le Londra moda dünyasına yolculuk yapan Paul Thomas Anderson, yeni filmi Licorice Pizza ile erken dönem filmografisinin köklerine iniyor. İlk filmlerinin ilham kaynağı Güney Kaliforniya’ya, yine San Fernando Vadisi’nde çektiği Boogie Nights’tan (1997) yıllar sonra "sinemasal bir geri dönüş" yapıyor (hala orada yaşıyor). Ancak söz konusu yolculuğun salt bir mekândan ibaret olmadığını, zaman ve stil itibariyle de Licorice Pizza’ya eklemlendiğini filmin girizgahından anlamak mümkün... Boogie Nights’ın açılışını anımsatan çekimlerle başlayan ve 70’li yıllarda geçen film, Anderson’ın belleğindeki çağrışımlarla eğlenceli, sıcak ve romantik bir gezintiye davet ediyor.



Los Angeles’ın Encio semtinde, güneşli bir günde, Gary (Cooper Hoffman) ve Alana (Alana Haim) isimli iki gencin tanışmalarıyla açılan Licorice Pizza, ikilinin kısa sürede birbirlerine tutulmaları ve birlikte çalışmaya başlamalarıyla devam ediyor. Fakat bu aşk ilk anda ‘sakıncalı’ gibi görünebilir çünkü Gary 15, Alana ise 25 yaşında. Birlikte olamayacaklarını düşündükleri için -elbette bu daha çok Alana’nın fikri- başka insanlar, işler arasında savrulup duruyor ama bu ‘hayal vadisinde’ ortak bir yolda yürümekten vazgeçmiyorlar. 71 tarihli Hal Ashby klasiği Harold and Maude’u andıran bir bağ ve ortaklıkla, birlikte büyüyor, deneyimliyor, mücadele ediyor, hayal kırıklığına uğruyor ve büyüyorlar. 
Film yapımcısı Gary Goetzman’dan ilhamlı, oyuncu ve girişimci Gary ile yıldız ve zengin olma hayalleri kuran Alana’nın durmadan iş kovalamaları ise boşuna değil... San Fernando Vadisi’nin pastoral görüntüsüne aykırı duran karanlık bir arka planda, Başkan Nixon döneminde Arap Birliği’nin ABD’ye uyguladığı petrol ambargosu yer alıyor. Benzin kuyrukları, çöken borsa, yükselen karmaşa Licorice Pizza’nın yalnızca vinyetini oluştururken, dışın özü etkilemesi gibi bu gelişmeler, Amerikan rüyasının peşinde koşan gençleri yaratıyor. O kadar ki Barbra Streisand’ın psikopat sevgilisi Jon Peters’ın (Bradley Cooper) yer aldığı sekansta, benzini bittiği için bayır aşağı sürüklenen kamyon, bir bakıma bu anlatının bir sembolüne dönüşüyor. Bu sekansta kamyonu kullanan kişinin Alana olması önemli çünkü sıklıkla erkek hikayelerini anlatan Anderson’ın, Gary’de kendi gençliğini anlatmayı seçmek yerine Alana’yı öne çıkarması, onu hem bu ikilinin hayatlarını ‘kontrol eden’ figür olarak konumlandırıyor hem de Gary’nin isimsiz sevgilileri yerine Alana’nın aşk maceralarının belirgin olmasının nedenini açıklıyor. 


İki genç çağın açmazları arasında yalpalarken, dönemin meşhur su yataklarından, atari salonlarına, Japon restoranlarına değin her türlü popüler kültür referansı filme eklemleniyor. Film yapımcıları Jon Peters ve Jack Holden (Sean Pean) gibi isimlerle Hollywood miti dirilirken, yerel seçim çalışmaları yürüten Joel Wachs ile dönemin siyasi uzantıları da görünürlük kazanıyor. Bu zengin referans yumağı ve yan karakter bolluğu, Licorice Pizza’nın alametifarikası çünkü Bradley Cooper, Sean Pean, Tom Waits ve Benny Safdie’nin öyküye kısa süreli girişleri filmin enerjisini alabildiğine yükseltiyor. 



Tabii bu noktada, filmin ana kahramanlarından bahsetmemek olmaz. Licorice Pizza, her iki oyuncunun da ilk uzun metraj deneyimi ve Alana Haim’in esrarengiz ışıltısıyla, Anderson’ın yıllarca birlikte çalıştığı Philip Seymour Hoffman’ın oğlu Cooper Hoffman’ın masumiyeti filmi zahmetsizce sürüklüyor. Son olarak Anderson’ın sıklıkla çalıştığı Jonny Greenwood’un müzikleriyle filmin duygusunu, Michael Bauman’ın 35 mm sinematografisiyle de nostaljik dokusunu güçlendirdiğini belirtmeliyim.



Paul Thomas Anderson, Licorice Pizza’yı bir zamanlar var olan bir plak dükkanının adından hareketle isimlendirirken, izleğini de katmanlı ve epizodik olarak tasarlayarak ortaya bir tür "pizza" çıkarıyor aslında. Gençliğinin tüm sosyo-kültürel ve politik unsurlarıyla pizzasını süslerken, ne yazık ki tüm samimiyetine ve inandırıcılığına rağmen tabanı oluşturan bu iki gencin macerasını güçsüz ve mesnetsiz bırakıyor. Anderson, şüphesiz detaylara hakimiyetiyle filminin albenisi güçlendiriyor, geleneksel bir olgunlaşma serüveninden uzak kalma çabasıyla da sıra dışı bir aşk portresi yaratıyor. Fakat tüm bunlar Licorice Pizza’yı ‘hatırlamak’ için yeterli mi? Çok emin değilim...

Puanım: 7/10

basakbicak@gmail.com