Oyunculuk şifa bulma aracı
Festivallerde bu yılın en çarpıcı filmleri arasında yer alan Bana Karanlığını Anlat’ta oyunculuğuyla dikkat çeken Yasemin Szawlowski, çok kültürlü yaşantısını ve yaşamdaki düşlerinin mesleğine nasıl yansıdığını anlattı.
Berrin KaradenizCanlandırdığı karakterlerle şifa bulmak ve iz bırakmak isteyen bir oyuncu Yasemin Szawlowski. Bale eğitimiyle başlayıp dans ve oyunculukla süren yolculuğunda sahne tozunu çok erken yaşta yutmuş ve onun büyülü enerjisinden vazgeçememiş. Ses getiren pek çok yapımda ışıldayan, genç yaşında gideceği yolu çizen ve sağlam adımlarla ilerleyen Szawlowski’nin öyküsünü kendisinden dinleyelim.
Sahneye ilk adımınız bale ile başlıyor, oyunculukla yolunuz nasıl kesişti?
Oyunculukla yolum tesadüfen kesişti. Sinemaya düşkündüm ama nedense oyunculukla aramda bir mesafe vardı. Konservatuvarda erken yaştan itibaren bale okumaya başlanıyor ve tek mesleğim dans hatta bale olabilirmiş gibi geliyordu. Yıllar içinde sakatlıklar yaşamaya başladım ve bu durum sıklaşmaya başladığında kendimi mesleğimi sorgularken buldum. Bale müthiş bir disiplin ve adanmışlık gerektiriyor. Hırslı olmak paketin bir parçası ve en iyi değilsen tüm bu süreç boşunaymış gibi ve açıkçası insanın kendine yaşattığı bir işkence haline gelebilir. O dönemde bale bölümünün hemen alt katında olan tiyatro öğrencileriyle yolum kesişti, oradaki arkadaşlarım bölümümde çok mutsuz olduğumu görerek beni tiyatro sınavlarına girmeye teşvik ettiler. Oradan sonrası da bir şekilde aktı.
Kimi zaman çok düzgün bir Türkçe ile kimi zaman tatlı bir aksanla dinliyoruz sizi, o kadar doğal ki... Aileden gelen bir aktarım var mı?
Londra doğumluyum; babam Polonya asıllı İngiliz, annem Türk. Çift dil karışık konuşulan bir evde büyüdüm. Yıllarım Fransızca, Almanca, İtalyanca, Lehçe ve Rusça duyarak geçti ve çocukluğumdan beri filmleri hep kendi dillerinde izledim. Konservatuvarda eğitim aldım. Genç yaştan beri çoklu, çeşitli farklı sesler duymaya ve farklı dillerde konuşup duymaya, nota okumaya ve deşifre etmeye alışkınım. Gelen rollerde diyalekt koçu tutuyor yapım şirketleri. Kulağın iyi olması işi hızlandırıyor ama sağlam çalışmak işin en önemli kısmı. Teknik ne kadar sağlamlaşırsa o kadar eforsuzlaşır ve refleks haline gelir. Sanki kendi ana dilinde oynuyormuşsun gibi oynayabilmenin tek yolu aksan yaptığını unutacak kadar hâkim olmak.
“Akis” ilginç olduğu kadar oyuncu kadrosuyla da izleyeni çeken bir yapım...
Evet ilginç bir iş oldu gerçekten. O dönem Berlin’de yaşıyordum ve hazırlık sürecimin neredeyse tamamını yönetmenimiz İlker Savaşkurt’la telefonda geçirdim. İstanbul’a vardığımda kısa bir prova sürecimiz oldu. Çok keyifli ve macera dolu bir 10 gün geçirdik. İlk filmimdi bu yüzden yeri hep ayrı kalacak benim için.
Bana Karanlığını Anlat ile İstanbul Film Festivali’nde, Akis ile de Harlem’deydiniz. Festival izleyicisiyle buluşmak nasıl bir duygu, nasıl tepkiler aldınız?
Keyifli tabii. Yaratım sürecinden itibaren başında oluyorsunuz, hayalken gerçekleştiğine ve somut olarak seyirciyle buluştuğuna şahit oluyorsunuz. Korkutucu ama aynı zamanda heyecan verici bir süreç. Bazen bazı filmleri ilk kez seyirciyle birlikte izleme fırsatımız oluyor, “Bana Karanlığını Anlat”ta öyle olmuştu.
Sinemanın geleceğiyle ilgili neler söylemek istersiniz?
Sinema, oyunculuğu seçme sebebim ama her şeyden önce çocukluğumdan beri hayallerimin de ötesinde dünyalara, rüyalarım dışında yolculuk edebildiğim bir araç. Gerçekliği, her şeyin mümkün olabildiği, sınırların zorlanabildiği evrenselliğiyle yalnız olmadığımı gösterdi. Umut oldu, kimi zaman görmeye direndiğim bir konuya ayna tuttu. Ne mutlu ki bir zamanlar bana dokunulduğu gibi ben de dokunabiliyorum. Sinema ölümsüz, her zaman kayıtlarda kalacak. Günü, dönemi içine hapsedebilen, zamansız, sonsuz, uçsuz bucaksız bir mucize.
Bugün dünyaya baktığınızda en büyük korkunuz nedir?
Yaşama olan sevincimi, aşkımı, iştahımı, neşemi ve enerjimi sırf başkalarının düşüncelerine, yorumlarına kapılarak özümde kalmayıp umutsuzluğa ve karamsarlığa girerek kendime hayal kuramadığım bir dünya yaratmak. İnsanlar çoğu zaman kendi kaygılarını bize aktarır, bunu genelde bilinçsizce yaparlar. Kendi duygumla karşı tarafın duygusu arasında gidip gelebiliyorum bu yüzden. Hep kendi duygularıma, iç sesime kulak vermeye özen gösteriyorum. İnsanın kendine dönebilmesi kadar dış seslere kapılması da epey kolay.
Yeni projelerde görebilecek miyiz sizi?
Zeynep Köprülü’nün ilk uzun metrajı “Suyun Yüzü”nün çekimlerine başladık. Beni çok heyecanlandıran bir hikâyeye sahip ve yönetmenin ilk uzun metrajında çalışmak inanılmaz keyifli.
KARAKTERLER BİR ÖĞRETİYLE GELİYOR
Vatanım Sensin, Pera Palas’ta Gece Yarısı gibi ses getiren işlerle ekranlardaydınız. Sonra, Bana Karanlığını Anlat’ta ve Akis’te izledik sizi. Bambaşka öykülerde bambaşka karakterlere can veriyorsunuz. Yeni öykülerin kahramanı olma hissini ve başarının sırrını sorsak?
Mesleğime olan aşkım ve inancım. Oynadığım karakterlerin bana bir öğretiyle geldiğine inanıyorum, her proje sonu bir tamamlanmışlık hissederim. O esnada geçtiğim bir sürecin karşılığı, yansıması karşıma bir rol olarak çıkar. Oyunculuğu bir şifa bulma aracı olarak kullanıyorum. “Bir sonraki rolüm ne olacak, acaba bu defa ne öğreneceğim” diye çok merak ederim. Bu merak aynı heyecanda ilerlememi sağlayan en önemli unsur.