Küf Kokan Sarayların Peruklu Şansölyeleri: The Regime

Orta Avrupa ya da girizgahta yazıldığı şekliyle “Middle Europe”, günümüz... Avrupa’nın ortasında kalan bölüme, İngilizcede bugünkü karşılığı olan “Central Europe” (Türkçeye yine Orta Avrupa diye çevriliyor) yerine Middle Europe terimin kullanılmasının bazı gerekçeleri var: Genel hatlarıyla Habsburg Monarşi bölgesine atıf yapılmasının yanı sıra kültürel, politik ve tarihi bakımdan çağrışımlar içeren ancak bazı durumlarda “olumsuz bir vizyona” sahip olan Mitteleuropa’nın terimine işaret edilmesi...

Başak Bıçak

Gerçekten de Middle Europe ifadesini, The Regime’in açılış planında, ekranın kenarında gördüğümüz ilk anda arkadaki manzara ve sarayı ilk anda tanıyamadım ancak daha dikkatli baktığımda, The Regime’in çekildiği yerlerden biri olan Viyana’daki Schönbrunner Palace’ın, özel efektlerle değiştirilmiş bir kopyası olduğunu fark ettim. Fakat tuhaf olan, karşımdaki dizinin hikâye ve karakterlerinin kurgusal bir dünyada yaratılmış olmalarıydı ancak ilk andan, politik ve tarihi uzantıları öykünün kıvrımlarında hissetmeye başlamak için çok beklemem gerekmedi. 

Avrupa’nın göbeğinde, rejimin çözülmeye başladığı küçük bir ülkede, iktidarını korumaya çalışan bir otokratın öyküsü olarak tarif edilen The Regime, babasından kalan iktidarı “kazanan” Şansölye Elena Vernham’ın (Kate Winslet), otokrasinin sınırlarını zorlayan yönetimini üzerine kurulu. Ancak bu yönetim, öyle “kurgulanmış” ki günümüz otokrasilerinin ve dahi demokrasilerinde yer alan yozlaşmış yapı, kurum ve kişilerinin bir mozaiği haline gelmiş. Uluslararası politika ve ülke yönetimlerindeki söz konusu çürümüşlüğün saray duvarlarında yankılanmasını, “sebebi bilinmeyen bir nem” yoğunluğuyla açıklayan dizi, böylelikle yalnızca otokrasilerin kokuşmuşluğundan dem vurmuyor; bu duvarların arkasına saklanıp halkından korkarak yaşayan otokratların da hastalıklı halleriyle simgeliyor. 

Bu noktada The Regime’i ciddi, belki sıkıcı olmaya meyyal bir politik anlatı olmaktan kurtaran ve kara hicve dönüştüren kırılma ise Elena’nın, odalardaki nemi ölçmesi için görevlendirdiği Onbaşı Herbert Zubak (Matthias Schoenaerts) saraya gelişiyle gerçekleşiyor. Zira Elena’nın ifadesiyle “hiç kimse” olan, Beşinci Bölge’den, yani ülkenin muhalif kıpırdanmalarının olduğu bölgeden gelen Herbert, Elena’yı nüfuzu altına aldıkça ülkede işler sarpa sarıyor; şiddet yanlısı tavrıyla tüm uluslararası politikayı Elena aracılığıyla yerle yeksan ediyor; basını kontrol ediyor, insan haklarını “ortadan kaldırıyor” ve ülkedeki muhalefeti “oligark usulü” susturuyor. Oligark diyorum çünkü Herbert’in komünizme uzanan düşünce sistemiyle birleşen diktatöryen tavrı bunun ilk sebebi. Ancak diğeri ve belki de en önemlisi, muhaliflerin başı ve “halkı harekete geçirme gücü” olan bir liderin dizideki varlığı. Kuvvetle muhtemel zorlama bir okumayla ancak yakın zamanda gerçekleşmiş en büyük siyasi meselelerden biri olması nedeniyle bu lider ilk anda aklıma Aleksei Navalny’yi getirdi. 2022 yılında kendisinin Rus otokrasisine dair her şeyi açıkladığı “Navalny” isimli belgeselini izlediğimde ve kendisini ülkesi için feda etmek üzere hazır olduğunu gördüğümde epey üzülmüştüm. Navalny’nin akıbeti hiç kimseyi şaşırtmadı; tıpkı The Regime muhalifinin içinde bulunduğu durumun sizi şaşırtmayacağı gibi...

Hikâyeye dönecek olursak... Başlangıçta bir nebze daha “aklı başında” duran fakat zamanla, siyasi mücadelelerin, çalkantıların, krizlerin içerisinde yavaş yavaş sakinliğini kaybeden, her otokrat gibi “iktidarını kişiselleştirdikçe” hata yapmaya başlayan, hata yaptıkça panikleyen “Demir Leydi” Elena, bir süre sonra kontrolü tümden yitiriyor ve NATO ve ABD’ye, Avrupa Birliği üyeliğine ve hatta Çin’e dahi kafa tutuyor. Hal böyle olunca bu isimsiz, üyelikleriyle herhangi bir ülkeye ya da lideriyle net bir politikacıya işaret etmeyen The Regime, ABD’yle yürüttüğü kobalt anlaşmaları ve Çin’in Belt and Road girişimi gibi “gerçek” olayları öyküsüne eklemlemesine rağmen gerçek kişi ve kurumlarla bağ kurmayı imkansızlaştırıyor fakat öte yandan, satirle yoğrulmuş anlatısıyla, bu türden rejimlerin politik kökenlerine inmeyi de ihmal etmiyor. 

Son olarak, Maurice Duverger, “Siyasal Rejimler” isimli kitabında şöyle yazar: “Emile Durkheim yapıtlarından birinde sağlıklı toplumların siyasal sorunlarla hiçbir zaman uğraşmadıkları, çünkü bu sorunların onlar için çözülmüş olduğu düşüncesini geliştirdi. Oysa, hükümet biçimine ve onun yetkilerine ilişkin çatışmalar kamuoyunu yatıştırmak ve aynı zamanda bölmek için anayasa hukuku kitaplarının tozlu sayfaları arasından dışarı taşıyorsa, siyasal kaygılar insanların kafasını ve düşlerini meşgul ediyorsa, bu durumda belirtiler yanıltıcı değildir: söz konusu toplum, hastalıklı bir toplumdur.” der. Başka bir deyişle, Elena gibi günümüzün hastalıklı otokratlarının, hastalıklı toplumlarına bir bakış The Regime... Kate Winslet’ın nevrotik karakteriyle güçlendirdiği mizahıyla ve çağdaş otokrasilerin dallarıyla ilmek ilmek örülmüş etkileyici bir yergi, şiddetli yüklü bir parodi, sürükleyici bir politik drama. Winslet, yeni ödüllere sarayın duvarlarından uzanmaya hazır; Matthias Schoenaerts ise göz kırpıyor. 

The Regime’i, Blu TV’de izleyebilirsiniz. 

PUANIM: 7/10