'Kapkara' bir şövalye: The Batman
Başından beri çürümüşlüğün fantastik simgesi olan Gotham City şimdi modern dünyanın yarattığı kokuşmuşluğun mütevazi bir yansıması olarak karşımızda. Batman de bu dünyada çalkantılı! Ruhuyla var oluyor. Kanıyor, acı hissediyor ve insan olmayı öğreniyor.
Başak BıçakÇizgi roman evreninin en ikonik kahramanlarından birinin hikayesini yeniden başlatmaya gerek var mıydı? Maddi sebepleri bir kenara bırakırsak, Matt Reeves’in göz alıcı vizyonuyla bezeli yeni Batman’le tanıştığınızda olumsuz yanıt vermek bir hayli zor. Çünkü isminin başına eklenen ‘the’ ekiyle zaten bildiğimiz bir figürü anlatacağının garantisini veren The Batman, bu vaadini daha da ileriye taşıyor ve tüm bir miti açıklamaya girişiyor. Evet, karşımızda yine Batman var. Ancak bu kez gerçekten başrolde.
Modern dünyanın çalkantılarının ve kontrol edilemez değişimlerinin sinemaya yansımaması imkânsız. Salgınların, savaşların, göçlerin -hala- gündelik hayatımızı şekillendirdiği bir yüzyılda, beyaz perdede ‘ölümsüz’ ve ‘süper güçlü’ kahramanlar görmek giderek anlamını yitiriyor. 60’ların Soğuk Savaş yıllarında veyahut 2000’lerde göz kamaştırıcı CGI efektlerle parlayan ‘kurtarıcıları’ izlemek heyecan vericiydi. Ne de olsa yıkılmaz önderlere ihtiyacımız vardı, en azından hala lider kültüne inanıyorduk.
Ancak değişimin
ivme kazandığı bu çağda, ölümsüzlük ve mutlak mutluluk yok. Güç zehirlenmesiyle
açılan savaşlar var, ‘demokrasinin beşiğinde’ gerçekleştirilen Capitol
baskınları var (ki filmde de tesadüfen bir benzerlik var), yok yere ölen,
yerlerinden edilen insanlar var.
Yönetmen Matt Reeves, tam bu sebeple bize ihtiyacımız olanı veriyor ve
yolsuzluklarla kararmış bir dünyayı, kanlı canlı bir karakter eşliğinde önümüze
seriyor. The Batman, Tim Burton’ın ortaya koyduğu ya da Christopher Nolan’ın
kusursuz mirasının bilincinde ve yüküyle, yepyeni bir evren ve süper kahraman
tasavvur ediyor. Ve Batman külliyatına, daha önce hissetmediğimiz bir ‘tin’
ekliyor. Loş sinematografisiyle aydınlatılan Gotham şehrinin ve varoluş
kriziyle kavrulan Batman’in artık gerçekten bir ruhu var. Nabzı atıyor,
kanıyor, acıyor ve ‘insan’ olmayı öğreniyor. Kamera, maskesini çıkaran Bruce
Wayne’in sırtındaki yaralara odaklanırken, bugüne dek gördüğümüz en karamsar ve
mutsuz Batman tasviriyle karşılaşıyoruz.
Robert Pattinson’ın kambur duran yapısı, vampiri anımsatan soluk benzi ve kapkara göz altları artık karizmatik bir milyarderden, salt münzevi bir adama dönüştüğünün ifadesi oluyor. Çağdaş politikanın bir alegorisini kurgulayarak hikayesini ahlak kavramıyla temellendiren film, anarşist kötü karakterini dahi ‘adalet arayan’ birine çeviriyor. Ve pek tabii Batman’i de bu çürümüşlüğün ortasında yalnızca kanun koruyucu olarak değil, kendi pusulasını arayan biri haline de getiriyor.
Geçmişinin gölgeleriyle mücadele eden Wayne’in, çocukluğuyla ilintili ilk
işareti ise filmin açılışında görüyoruz. Schubert’in Ave Maria’sı eşliğinde
‘ilahi adalet için’ gerçekleştirilen bir cinayetin peşi sıra suç mahalline
gelen Batman, kendisi gibi yetim kalan bir çocukla karşılaşıyor. Bu çocuk,
simgesel olarak kolaylıkla Batman’in çocukluğuna çağrışım yaparken,
gerçekleştirilecek bir dizi suçun Bruce Wayne’in kimliğiyle ilişkili olduğunu
da açıklıyor. Özellikle son yıllarda Batman’in üzerine giydirilen ölümsüzlük
pelerininin ötesinde, tıpkı çizgi romanlarda olduğu gibi bir dedektiflik
maskesinin takılması ve izleğin, tümüyle bir kara film çizgisinde ilerlemesi de
yine bu sebeple gerçekleşiyor.
The Batman, iyi bir kötünün, bütün bir filmi kurtarmakla kalmayıp, başyapıta çevirdiği The Dark Knight gibi bir emsalin aksine, her ikisi de -kendi yöntemleriyle- plütokrasiye savaş açan The Riddler (Paul Dano) ve The Batman aracılığıyla iyi ve kötü arasındaki çizgiyi bulanıklaştırıyor. O kadar ki süper güçlerinden oluşan kabuklarını birer birer soyduğu ana karakterinin yaralı sırtına, görünmez bir anti kahraman pelerini giydiriyor.
Gotham’a gelince... Cehennemi andıran renk paleti, gotik atmosferi ve hiç
durmayan yağmuruyla, yarı inşa edilmiş bir gökdeleni kendisine mesken tutan
nihilist bir Batman’e yakışacak kadar görkemli. Çünkü Matt Reeves’in Batman’i,
Nirvana’nın vokalisti Kurt Cobain’in melankolisinden esinleniyor ve filmde de
‘Something In The Way’i dinlediğimiz leziz bir sahne yer alıyor. Benzer bir
biçimde, The Riddler’la karşılaştığımız ve Edward Hopper’ın Nighthawks’ını
hatırlatan sahne ile köhnemiş bir şehri saran suç ağının parçalarını
birleştirmeye çalışırken yaratılan aksiyon şöleni, The Batman’in görsel
üslubunun ve leziz anlatısının yalnızca bir parçası...
Temponun düştüğü anlarda
filmin süresinin göze batmaya başladığı aşikar ancak söz konusu sekanslar, Zoe
Kravitz’in baş döndürücü Catwoman performansı ve yer altı dünyasının
gangsterleri John Turturro ile tanınmaz haldeki Colin Farrell’la güçlükle de
olsa destekleniyor. Belki filmin şiddet damarı bir parça daha
güçlendirilebilirdi fakat onu da ‘intikama susamış’ karakterimizin yeni
hikayesinde görmek mümkün olabilir...
Puanım: 8/10
basakbicak@gmail.com