İzlanda’nın ‘köklerine’ yolculuk
“Tanrının Unuttuğu Yer” (Vanskabte Land) İzlanda’nın “zorlu” kökenlerine yolculuk yapan Danimarkalı bir rahip eşliğinde sinemanın ilk günlerine göndermeler yapıyor.
Başak Bıçak“Danimarka’da doğdum, evim orası, köklerim orada ve dünyaya uzanıyor. Sen Danimarka dili, sen annemin sesisin, ne tatlı kutsadın kalbimi.”
Hans Christian Andersen’in, Danimarka’nın resmi olmayan milli marşı olarak nitelendirilen Danimarka’da Doğdum (I Danmark er jeg født) şiirine ait bu sözler, “Tanrının Unuttuğu Yer” (Vanskabte Land) filminin yalnızca kapanış jeneriğini süslemekle kalmıyor, aynı zamanda bir ulusun köklerine işlemiş bir düşmanlığı da açığa çıkarıyor.
Danca’da “deforme olmuş, bozulmuş” anlamına gelen “vanskabte”, yanardağların yüzyıllar boyunca perişan ettiği bir ülkede, Bergmanvari bir üslupla, bir rahibin peşinde, bir husumetin izini sürüyor...
19. yüzyıl sonları, Danimarka... Telaşla kiliseye giren Lutheryen rahip Lucas’ın (Elliott Crosset Hove) biraz sonra yörenin piskoposu tarafından İzlanda’da bir kilise kurmak üzere görevlendirildiğini öğreniyoruz. İzlanda’da yanardağlarının “kötü bir koku yaydığını ve bunun insanları delirttiğini” anlatırken bir yandan da ülkenin zorlu koşullarına karşı uyarıyor Lucas’ı.
Nitekim kısa süre sonra kiliseye götürmesi gereken haç ve kitaplarıyla yola çıkan Lucas’ın söz konusu dini misyonunun yanında epeyce “dünyevi” kabul edilebilecek bir merakı da var: fotoğraf çekmek! Öyle ki filmin 1:33:1 kare formatı, fotoğrafın ve dolayısıyla sinemanın icadını, ilk yıllarını hatırlattığı kadar, dokusuyla bir tür belgesel atmosferi yaratmaya da yardımcı oluyor. Çünkü yapımın özünde aslında yıllar önce Danimarkalı bir rahibin çektiği düşünülen ve bugün İzlanda’nın güneydoğu sahilinin ilk görüntüleri olduğu varsayılan bir tahta kutu içerisindeki fotoğraflar yer alıyor.
Tanrının Unuttuğu Yer’in açılışında edindiğimiz bu bilginin ardından Lucas’ın sırtında kocaman bir makineyle İzlanda’ya doğru zorlu serüvenine ortak olmaya başlıyoruz. Lucas bazen gemilerle, bazen at sırtında, ovalar ve platolar arasında nehirleri aşmaya, dağları geçmeye çalışırken bir yandan acımasız doğa koşullarının hüküm sürdüğü coğrafyaya panoromik bir gözle bakıyor, diğer yandan da “yılan balıkları” öyküsüyle “toprağa sinmiş” bir düşmanlığın kokusunu alıyoruz.
ÖFKE VE KİN
Danimarka’nın uzun yıllar hüküm sürdüğü İzlanda’da, Danimarka’ya duyulan öfke ve kin, öylesine sessiz ve öylesine derin ki, inancıyla “güçlü” Lucas’ı her geçen gün zayıflatıyor. Adaya ayak bastığı ilk sahnede sırtındaki yükün etkisiyle dizlerinin üstüne düşen ve eşyaları çamura bulanan Lucas’ın, filmin kırılma anına doğru yeniden “çamura bulanması” ve bunun simgesel bir anlam barındırması boşuna değil.
Karşılaştığı insan topluluklarının, sert iklim koşullarının, soğuk olduğu kadar lavlarla kavrulan bir ülkenin etkisiyle değişen -belki de filmin adı gibi deforme olan- Lucas, heybesinde dünyanın bir ucuna taşıdığı inancını sorgulamaya, doğayla ve o doğaya ait insanlarla mücadele ederken kendisiyle de savaşmaya başlıyor.
NE İYİ NE DE KÖTÜ
İzlandalı yönetmen Hlynur Pálmason’ın din-dünyevilik, yaşam-ölüm, iyilik-kötülük, affetme-affedilme konularının gri, upuzun kıyılarında gezindiği filminde Lucas’ı ve iki ülke arasındaki düşmanlığın vücut bulduğu Ragnar’ı tam da bu yüzden çizgilerin silindiği bölgede konumlandırıyor.
Tanrının Unuttuğu Yer’de, ne dini “taşıyan” iyi ne de ona düşmanlık eden “kötü”. Gerçek olan İzlanda’nın bir rahibin bile başını döndüren olağanüstü manzaraları, nefes kesici dünyası. Ve bu ürkütücü güzelliğin mitik gizemi, volkanlarının içinde saklı.
Puanım: 8/10