İçsel gücün düşmanı: Utanç
İki güçlü kadın Finlandiya Başbakanı Sanna Marin ve Şarkıcı Gülşen, kendi toplumlarındaki uçlara dokundukları gerekçesiyle farklı yöntemlerle utanç duymaya zorlandı. Alışık olmadığımız bir durum değil. Denetim aygıtları, yasadan çok utancın gücüyle bireyleri tek tipleşmeye sürüklüyor.
Büşra TunaUtancımınızın kaynağı ister içselleştirilmiş bir aile mirası, ister ailemizle yaşadığımız erken çocukluk etkileşimleri, ister toplum tarafından dayatılanlar olsun, her birimizin kültürel normlar içinde nasıl davrandığımız utançla sınırlıdır.
Aslında bizler bu dünyaya içgüdülerimize tamamen güvenerek geliriz. Bu nedenle ilk olarak duyularımıza göre hareket ederiz ama çok geçmeden bunun doğru olmadığı söylenir. Toplumda uyumla yer alabilmemiz için bize neyin kabul edilip neyin kabul edilmediği öğretilir. Daha sonra eylemlerimizi kabul edilebilir olana karşılık gelecek şekilde değiştiririz. Bu değişim de, özgün olarak ifade edeceğimiz şey ile şimdi doğru olduğunu öğrendiğimiz şey arasında bir iç çatışma yaratır. Böylece hissettiklerimizin yanlış olduğu sonucuna varırız. Yani eğer hissediyorsam ama bu yanlışsa, bende doğru olmayan bir şeyler olmalı. O zaman ben kötüyüm. İşte utancı geliştirmeye başladığımız yer burasıdır.
Gerçekte insanların bize söyledikleri veya yaptıkları her şey kendi içlerinde olup bitenlerin bir yansımasıdır ve bizimle ilgili değildir. Ancak başlangıçta bunu algılamak çok zor olabilir. İlk utanç deneyimlerimiz genellikle bir eylemimiz sonucu aşağılayıcı bir tutumla karşılaşmış olmakla bağlantılıdır. Aşağılanma bizi değersiz hissettirir. Bu nedenle, utanç gücümüzün katilidir. Ne kadar utanç duyarsak, o kadar az güçlenmiş hissederiz ve egomuz şeklini almakta zorlanır. Sonuçta da gereksinimimiz olan sağlıklı egoyu tam olarak geliştirememiş olabiliriz.
Utanç bizi kapana kıstırır, geleneksel olarak kabul edilene bağlı tutar ve aynı zamanda kıskançlık doğurur. Utanç hissinin baskısıyla yaşadıkça düşüncelerimizi içgüdülerimizden daha fazla onurlandırırız. Ya da yanlış yapmamak adına hiç bir şey yapmayıp eylemsizliğe sürüklenebiliriz. Suçluluk ve utanç, kendimizi koşullarımıza kurban gibi hissettiren, yaşamlarımızda bir eksiklik hissetmemize ve “yapamam” duygusuna neden olan güçlü duygulardır.
İÇSEL GÜCÜN GELİŞİMİ
Ancak içsel güç de aynı bir kas gibi geliştirilebilir, bunun için ilk olarak içgüdülerimize göre hareket etme öz güvenine sahip olmamız gerekir. Verdiğimiz kararların doğru olduğuna inanmak. Harekete geçmek için kendimize güvendiğimizde, iradeyi çalıştırmış oluruz. Bunu uyguladıkça da güçlü ve zayıf yönlerimizi öğreniriz, neyin kendi onayımızdan geçip neyin geçmediğini fark ederiz. Tabii güvenli alanımızdan çıkmamız gerektiği anlamına gelir. Ancak zaten bunu yazmak kolay, yapmak zor. Ödülü de bir o kadar büyük; kendi içsel sesimizi duyarak yaşamak. Bu bize canlılık, neşe ve gücümüzü geri getirir. Bunu yapmak bizim elimizdeyse ve yapmıyorsak belki de bunu yapabileceğimize inanmıyor olabiliriz. Ya da bunu tek başımıza yapamayacağımızı düşünüyor olabiliriz. Peki neden?
Çünkü tarih boyunca pek çok kültürde, insanları denetlemek için utanç kullanılmıştır. Ne yazık ki hâlâ bazı kültürlerde bunun sonuçlarına tanık oluyoruz. Kendin olmanın bir bedeli olmadığını görmeye daha çok gereksinimimiz var ama göremiyoruz. Tersine 36 yaşında genç bir kadın Başbakan olan Sanna Marin’in yaşamın neşesinin küçümsendiği bir dünyada kendinden, neşesinden vazgeçmesi bekleniyor ve kendi gibi olduğu için utanması isteniyor. Ya da çok önceden yaptığı bir şaka ile ilgili “eleştirdiğim radikal uca kendimin savrulduğunu görüyorum” diyerek özür dileyen sanatçı Gülşen’in ışık hızıyla tutuklanmasına tanık oluyoruz. Bunlar apayrı olaylar, ama gücünü eline alıp hem görünür hem de kendin olduğunda uğraşman gereken şeyler olması bakımından benzer.
ORTAK BİR DÜŞ
Ancak karanlık olmadan ışığın da olmayacağını biliyoruz. Ve kültürel gölgemizin daha karanlık kısımlarıyla yüzleşmekten kaçınma eğilimimize karşın, herkesin kendi olabildiği bu düşü ortak şekilde gerçekleştirebilmemiz için bütünsel bir hesaplaşma ve kabul etme ve düzeltme arzusuna da sahip olmamız gerekir. Ve evet demek ki bunun için birbirimize, ve birlikte geliştirdiğimiz bir duyu sistemine daha fazla ihtiyacımız var. Doğanın ritmine ne kadar uyum sağlarsak ve sosyal sinir sistemimizi ne kadar güçlendirirsek, yaratıcı zekanın akmasına izin vermek için o kadar daha fazla alan açabiliriz. Bunun için de yalnız kendimizi gördüğümüz tekil güç, denetim ve para arayışının yerine daha çok herkesi gördüğümüz gerçek bir eşitlik, akışı takip edebilme yetisi ve doğal kaynaklarımızın bize verdikleri kadar bizim da onları gözetme sorumluluğunda olduğumuz bilinciyle hareket etmeye çalışabiliriz. Birilerini suçlamanın verdiği rahatlığı bırakıp, değişim için ne yapabileceğimize bakabiliriz ve sorumluluk almaya gönüllü olabiliriz. Ve bunu yaparken aslında yalnız olmadığımız hatırlayabiliriz çünkü bunu ancak birlikte yapabiliriz.