Eski İstanbul meyhaneleri
İstanbul’un, iki kıtanın üzerine kurulmuş bir liman kenti olmasıyla keyifsiz ve meyhanesiz olması beklenemezdi.
Ebru BozcukMeyhane kültürü bize Rumlardan kalma bir gelenek. Yaşanan tarihi olaylar sonucunda buralarda yetişen garsonlar ve komiler çalıştıkları mekânları devralarak geleneği devam ettiriyorlar ve tabii isimleri bir bir değişiyor. Agop’un Meyhanesi oluyor size Hasan’ın Yeri...
Meyhaneler, meze ve içkinin birlikte arzıendam ettiği önemli buluşma yerleriydi. Gerçek meyhanelerde amaç yemek yemek değil, içki içmekti. Aslolan meydi yani. Akşamüzeri müdavimler yavaş yavaş gelmeye başlardı.
Bakır veya tahta kürsüler üzerine mezeler sıralanır; beyaz peynir, yazın Topatan kavunu, kışın Kırkağaç kavunu, pilaki, çiroz, torikten yapılmış lakerda, tarama salatası, tuzlu sardalya, turşu, Kayseri pastırması ve kızarmış midye servis edilirdi. Bu sofranın adı “çilingir sofrası”ydı.
Kalp kapısının açıldığı sofraydı o sofra. Masada konuşulanlar masada kalacak ve bu güvenle şeref sözü verilerek kadehler “Şerefe” diye kaldırılacaktı. O yüzden herkesle oturulmaz, herkesle arkadaşlık edilmezdi.
“Barba” ismiyle anılan meyhane patronları başlı başına insan sarrafıydı. Eskilerin deyimiyle “babayani”ydi onlar. Tıpkı Şair Nedim’in dediği gibi “Meyhane taşradan mukassi (kasvetli) görünür amma bir başka lezzet, bir başka letafet vardır içinde.”
ÜÇ TUR MEYHANE
O dönemde üç tür meyhane vardı. Gedikli meyhaneler yasal ruhsatlı işletmelerdi. Koltuk meyhaneler ruhsatsız çalışıyordu. Ayaklı meyhaneler ise marjinal olanıydı. “Seyyar meyhane” de diyebiliriz. Kuşağının altındaki kadeh doldurularak müşteriye verilirdi. Ayaküstü içilen içkinin yanında bir avuç leblebi de ikramdı.
Beyoğlu meyhanelerini iki seyyar satıcı şenlendirirdi. İlki bol malzemeli midye dolma satan Ermeni Karnik, diğeri ise ciğer tavayı kekik, ince doğranmış soğanla sıcak satan Kriyakos’tu. Böyle bir ortamda Rumu, Türkü, Ermenisi birbirlerine içkiler ısmarlayıp Rumca ve Türkçe şarkılar söylerlerdi.
Size “unutma bizi dolması”ndan bahsetmek istiyorum. Ramazanda kapalı kalan meyhanelerin ustaları, hatırlı müşterilerinin evlerine bayramın ilk günü bir büyük tabak midye dolma gönderirlermiş. Bu ikram meyhanelerin açıldığına ilişkin şık bir davetmiş.
Meyhanelerden bahsetmişken Krepen Pasajı’ndan söz etmemek olmaz. Anlatılanlara göre Beyoğlu’nun en güzel pasajıymış. Edip Cansever, Cevat Çapan, Behçet Necatigil, Sait Faik ve Orhan Veli gibi isimlerin anılarında bolca yer tutar. Ne yazık ki 1960 sonlarında yanan pasajın içindeki tüm meyhaneler o zamanlar ıssız bir sokak olan Nevizade’ye kayıyor. Böylece bir tarih daha yok oluyor.
Bizdeki çok katmanlı kültürel yapı bilindiği gibi yaşamın her alanına etki etmiştir. Yemek kültürümüzden müziğimize, sosyal yaşamımızdan insan ilişkilerine kadar muhteşem bir kimlik oluşmuştur. Şarabın ve zeytinyağının anavatanı olan bu coğrafyada rakı içmek de çok eski bir gelenektir.
RAKI ÖTEKİLEŞTİRİLDİ
Bugün geldiğimiz noktada ise yaftalanmak hatta ötekileştirmek için bahane olmuştur rakı. Elbette adabına göre içilmesi gerekir fakat hiç kimsenin başka bir insanın yaşamına karışma yetkisi olmamalıdır. Şimdilerde yapılmak istenen, kimliksiz ve hafızasız kentler yaratmak.
Oysa bir kent sokaklarıyla, binalarıyla, kokusuyla ve en önemlisi de tarihiyle gerçek bir kent olabilir. Bu kentte yaşayanların en büyük korkusu, mekânlarla birlikte anıları da kaybetmek sanırım. Her geçen gün sakilleşen, restorasyon adı altında zarif binaların katledildiği ve en önemlisi de hoşgörünün olmadığı bir kentle karşı karşıyayız ne yazık ki.
Uskumru dolması, mumlanmış balık yumurtası, taramalar, topikler maziye karıştı belki ama her şeye rağmen direnen bir avuç insanla anılara sahip çıkmalıyız. Beyoğlu Balık Pazarı’ndaki mezeciden aldığım birkaç parça mezeyi tahta masamın üzerine küçük tabaklarda diziyorum. Rakının beyazına eskiler karışıyor. Siyah beyaz bir film sanki gözümün önünde. Radyoda Sabite Tur Gülerman... “Mümkün mü unutmak güzelim, neydi o akşam. Rüya gibi, hülya gibi bir şeydi o akşam.”
O zaman tüm gidenlere selam olsun...