Epik Bir Hüsran: The Northman
Kuzey’in Hıristiyanlık öncesi geleneklerine dair bir intikam öyküsü...
Başak Bıçak
Büyü,
ezoterik ayinler, mitolojik referanslar, mistik bir atmosfer ve
masalsı bir anlatı... Robert Eggers, filmografisinin vitrinini
süsleyen bu motiflerle oluşturduğu evrenle gösterişli olduğu
kadar derinlikli hikâyeler de anlatabilen bir yönetmen. 17. yüzyıl
‘New England’ korkusu The Witch’in peşi sıra çektiği The
Lighthouse ile mütevazı bütçelerle görkemli dünyalar kurgulayan
Eggers, The Northman’de (Kuzeyli) bu kez kendi yarattığı
ihtişamın altında kalmış gibi görünüyor.
M.S. 914,
İzlanda Yerleşimi çağı... Savaştan dönen Kral Aurvandil’le
(Ethan Hawke) açılan The Northman, talihsiz kralın meşum kardeşi
Fjölnir (Claes Bang) tarafından uğradığı bir suikastın
ardından oğlu Prens Amleth’in (Alexander Skarsgård) intikam
yeminiyle anlatısını budaklandırmaya başlıyor. Girizgâha
bağlanan hipnotik bir vahşetin sergilendiği uzun bir planda,
transa geçmiş bir ölüm makinesine dönüşen Amleth’le bir
Viking savaşçı grubunun içerisinde, vahşi bir köy baskını
sırasında tanışıyoruz. Bu sekans, babası tarafından erdemli
bir savaşçı olarak yetiştirilmiş, ancak karşılaştığı
kıyımla, canavara dönüşen Amleth’in William Shakespeare’in
Hamlet’ine de ilham olan yolculuğunun yalnızca ilk ve en verimli
bölümü...
Çünkü barbarlığın etkili bir sembolüne dönüşen bu plandan itibaren uç veren budaklar, filmin çapalandığı Viking diyarını yalnızca görsel olarak tasvir etmekle yetiniyor. Bu andan itibaren epizodik öyküler boyunca Amleth’in yolcuğunu, intikam hırsını, adalet arayışını, erkekler arası iktidar ve güç savaşımını izlerken şüphesiz epik bir öykülemeyle karşılaşıyoruz. Ancak İskandinav mitolojisinin bağrından kopup gelen bereketli bir efsane, stüdyo müdahalesinin de ‘yardımıyla’ Eggers’in arazisini çoraklaştırıyor, biçemini harap ediyor, ruhunu ise tümüyle yok ediyor.
Eggers’in hünerli "art-house"
ellerinde başyapıta dönüşebilecek hikâye, yapımcıların
dokunuşlarıyla ana akım bir filmin kahramanının serüvenine
dönüşüyor; filmini ‘Andrei Rublev’in Conan’la buluşması’
olarak betimleyen Eggers’in cüretkâr rüyası, estetik bakımdan
güçlü, fakat anlamı zayıf bir kabusa dönüşüyor.
HANTAL BİR AĞIT
Bölümler
ilerledikçe daha fazla hissedilen kurgu müdahaleleri, senaryosunu
İzlandalı yazar Sjón ile birlikte kaleme alan Robert Eggers’in
filmini soluklaştırmaya başlıyor. Amleth, öç için gizlice
planlar yaparken ve "gore"a yakın duran bir üslupla ölüm
saçarken, Eggers’ten beklediğimiz dokuyu görmekte güçlük
çekiyoruz. Hikâyenin vinyetlerini oluşturan Şamanik ritüeller ve
Amleth’e hayat veren Alexander Skarsgård’ın akıl dışı
performansı, filmi sürükleyecek kadar kuvvetli. Fakat edebi bir
biçeme yüzünü çeviren diyaloglar, anlatıyı
hantallaştırıyor.
The Northman, Robert Eggers-Jarin
Blaschke ikilisinin üçüncü iş birliklerinden doğan uyumlarını
en yoğun hissettiğimiz film. Çamura ve kana bulanmış bir
sinematografi, Blaschke’ın filmin kurtarıcısına dönüşen
kadrajlarıyla yankısını buluyor ve finalde, yanardağlar ülkesi
İzlanda’da destansı bir görünüm kazanıyor. İnsanın, belki
de cehenneme, ateşe, karanlığa ve kötülüğe en yaklaştığı
anda, tümüyle içgüdüleriyle ‘çırılçıplak’ kaldığı
bir yerde verdiği mücadele alegorik bakımdan anlamlı ve şık.
Ancak gaddar bir köy baskınıyla hırs, günah ve öfkenin yaktığı
bir cehennemde yer alan mitik bir hesaplaşma, filmi taşımakta
yetersiz. Eggers, eğer bu yanardağ oluklarından sızan ve filmini
tökezleten ‘kadim kötülüğe’ izin vermeseydi, The Northman
kesinlikle hatırlanacak bir Orta Çağ şiiri olacaktı. Ancak bu
haliyle Eggers’in hayal ettiği Viking destanına ağıt olacak
gibi duruyor.
Puanım: 6.5/10