Didem İnselel: ‘Çünkü yengeç burcuyum...’

“Dönence”de, özel durumu olan kızı Gülce için tüm yaşamını feda eden Verda’ya yaşam veren Didem İnselel, “Ne kadar reddetsem de içimde bir anne var” diyor ve nedenin açıklıyor.

Deniz Ülkütekin

Ekranların en kendine özgü isimlerinden olan Didem İnselel Kanal D’de yayımlanan Dönence ile yeniden izleyicilerle buluştu. Dizide fedakâr bir anneye rol veren başarılı oyuncuyla, anneliği, şifa yolculuğunu ve kendi başına ayakta tuttuğu takı markasını konuştuk.

- Herhangi bir yapımda isminiz yazıldığında o yapımın farklı olacağı hissediliyor. “Dönence” de yazın en ilgi çeken yapımlarından oldu. Proje seçerken kriterleriniz neler?

Çok teşekkür ederim, ne güzel böyle düşündürebilmek. Bizim ülkemizde bir oyuncu olarak kariyer planlaması yapmak pek mümkün değil ne yazık ki. Sevilen bir iş yaptığınızda hep benzer roller teklif ediliyor. Proje seçerken mümkün olduğu kadar bir öncekinden farklı bir karakter oynayabilmek önceliğim. Sonrasında da senaryo ve yönetmen geliyor. İyi bir hikâye yoksa en iyi oyuncu bile olsa ne yapabilir ki? Bazen her şey çok içinize sinse bile seyirci çok sevmiyor veya tam tersi. Çok uzun devam eden bir işim en tatsız çalıştığım işim olmuştu. Şans işi biraz da. (Gülüyor)

- Verda, çocuğu Gülce'nin yaşamsal gereksinimleri için kendini feda eden bir anne. Daha önce bir röportajınızda "Hiç anaç birisi değilim" demiştiniz. Bu rol size yeni bir bakış açısı getirdi mi?

“Anaç değilim”den kastım, “Anne olmak istemiyorum”du aslında. Çünkü tam tersi. (Gülüyor) En büyüğü ben olmak üzere 3 kız kardeşiz. Ablalık da en sevdiğim sıfatım. Ama onlarla o kadar yaşadım ve yaşıyorum ki bu duyguyu, çocuk istemedim hiç. Verda’nın anneliğine gelince kendi hayatımda o kadar çok bu duyguyla beslendiğim alan var ki, “Zorlandım” diyemem. Sevdiğini sahiplenen bir yapım var zaten. Ne kadar reddetsem de içimde bir anne var yengeç burcu olarak. Bu duyguyu istediğim an içimden çekip çıkarıp kullanıyorum, işim bittiğinde de yerine yolluyorum. (Gülüyor)

- Ülkü Hilal Çiftçi'yle (Gülce) sahneleriniz sosyal medyada çok sık paylaşılıyor. Özel durumu olan bir çocuğun annesine rol vermek zorlayıcı oldu mu?

Bu konuda biraz tecrübeliyim. Mark Hadden’ın yazdığı Nedim Saban’ın uyarlayıp yönettiği “Süper İyi Günler” adında bir oyunda Asperger sendromlu bir çocuğun öğretmenini oynadım 2 sezon. Oyuna hazırlanırken uzmanlardan destek aldık. Ama duygusal olarak etkileniyorum çekimlerde. Mümkün olduğu kadar tebessüm de ettirecek şekilde oynamaya çalışıyoruz sette ama her zaman kolay olmuyor.

- Uzun süredir bir kişisel şifa yolculuğundasınız sanırım. İyileşme kavramını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bilerek seçtiğim bir yol değil. Yaşım, yaşadıklarım bi yere gelince hayatı temize çekme ihtiyacı yarattı bende. Tek bir yaşam hakkım olduğunu idrak edip içime sindirdiğimde beni kıran, üzen, yoran, esir eden ne, kim varsa hayatımdan çıkarmaya ve iyi geldiğini bilip ihmal ettiğim şeyleri hayatıma katmaya başladım. İnsan en büyük zararı kendine veriyormuş. Biz müsade etmezsek kimse bizi üzemiyormuş. Bunu fark edince tıkır tıkır yoluna giriyor herşey.

- Affetmenin söylenildiği kadar kolay olmadığını düşünüyorsunuz sanırım. Sizi kıran birini "gerçekten" affetmek mümkün mü?

İşte affetmek de bu kişisel yolculuğun sonunda anlamını buluyor. Öfkeli ya da kırgın olduğum az insan kaldı. Onlar orada dursun acelesi yok, sonra bakarım bir ara. (Gülüyor) Şaka bir yana affetmemenin anlamı tüm yapılanlarda haklılık payı bulmaya çalışmak değil, öfke duygusunu içinden atıp o bağı tamamen koparmak aslında. Önemsemediğiniz biriyle hangi duygu ile olursa olsun iletişimde olmanın anlamı yok ki. Çünkü öfke de büyük bir iletişim şekli. Hatta belki de en güçlüsü.

HOBİDEN BEŞ MAĞAZAYA

- "K A R M A by Didem İnselel" de bu şifa yolculuğunun bir parçası olarak ortaya çıktı sanırım?

Bana iyi gelecek bir şey bulmaya çalışıyordum. Önceleri tamamen hobi gibi Budist tespihleri yapmaya başladım. Sonra “Bunu işe çevirsene” diyenlerin de teşvikiyle şirket kurdum. O tespihler değişti, gelişti bugünkü halini aldı. Tamamen iyi kalitede doğal taşlarla koleksiyonlar hazırlamaya başladım. Taşlarla, renklerle oynamak bana çok iyi geldi. Başta kendim yapıyordum. Yorgun argın setten gelip oturuyordum masaya. Kaç saat geçtiğini fark etmeden modeller çıkarıyodum. Öyle bir alan ki her gün yeni bir şey öğreniyorum. Kendi tasarımlarımı yaptırmaya başladım. Kalıpçı, tesviyeci, kaplamacı, taşçı... Kapı kapı geziyorum. Hayatım boyunca Beyazıt, Eminönü, Kapalıçarşı çok sevdiğim yerler oldu. Ne büyük şans ki bu işimin en büyük parçası haftada iki günümü oralarda geçirmek. Şimdi beş mağazada “K A R M A” ürünleri satılıyor. Kendi tasarımım bir kolyeyi sokakta, çok da şık bir hanımın boynunda ilk gördüğümde yanına gidip “Bir fotoğraf çekebilir miyiz” dedim, öyle bir mutluluk yani. İnsanın hayattaki en büyük şansı mutlu olduğu işi yapması. Ben iki işi yapıyorum. Daha ne olsun? (Gülüyor)

"ÇOK AZ İNSAN SEVİYORUM, HAYVANLARIN HEPSİNİ..."

- Hayvanlara ve doğaya duyarlı birisi olduğunuzu biliyorum. Bu duyarlılığın kökenleri neye dayanıyor? Evde patili dostlarınız var mı?

Hayvanlara, doğaya duyarlı olmak, koruyup kollamaya çalışmak aslında zaten hepimizin sahip olması gereken bir özellik. Bu dünyadan geçiyoruz biz, sadece misafiriz. Bunu anlasak dünya çok daha iyi bir yer olabilir belki. Benim fazlasıyla duyarlı olmamın kökeninde de insan sevmemem yatıyor herhalde. Sevmiyorum öyle herkesi. Çok sevdiğim, hayatıma seçtiklerim var elbette. Onlar yetiyor bana.

Hayvanların ise hepsini seviyorum. Sadece evindeki hayvanı sevenleri de hayvansever saymıyorum. Kendimi bildim bileli evde kedimiz köpeğimiz eksik olmadı. Rekorumuz dört köpek bir kedi. Onlar olmadan kendimi eksik hissediyorum. O sevgiyi yaşayamayanlar için de gerçekten üzülüyorum. Hayvan sevgisi, onlarla beraber yaşadıkça katlanarak artıyor. Aynı şekilde endişesi de. Her şeye değen müthiş bir bağ.