Bir Zamanlar Napoli’de...

Tanrı‘nın eliyle başlayan bir hikaye, hayat kurtaran bir maç, suçla örtülü bir şehirde hayatta kalma mücadelesi ve “Tanrı‘ya değil bana şükret diyen bir baba.“ İtalyan sinemasını 20. yüzyıldan günümüze taşıyan yaşayan en büyük kilometre taşı olan Paulo Sorrentino, yeni filmi “Tanrının Eli“yle Netflix‘te

Başak Bıçak

Geçen yıl hayatını kaybeden dünyaca ünlü Arjantinli futbolcu Diego Maradona, 1986 Dünya Kupası’nda İngiltere’ye karşı attığı meşhur golünü ‘Tanrı’nın Eli’ olarak nitelendirirken yalnızca teşbih yapıyordu. Hayat bu ya... Arjantin’i Dünya Kupası’na götüren, siyasi ve tarihi bir ‘intikamın’ uzantısı o el, aynı zamanda yeni yetme bir İtalyan gencinin omuzlarına dokunacak ve hayatını geri dönülmez bir biçimde değiştirecekti…

Çağdaş sinemanın önde gelen yönetmenlerinden Paolo Sorrentino, çok sevdiği biyografik hikayelerini ve tutkuyla bağlı olduğu temalarını bu kez kişisel bir öyküde bir araya getiriyor. Çarşamba günü Netflix’te gösterime giren The Hand Of God (Tanrı’nın Eli), Sorrentino ile Maradona’nın kaderlerinin Napoli’nin bir köşesinde nasıl kesiştiğini gösteriyor ve bir bakıma, mucizeyle trajedinin birbirine karıştığı bir dünya kurguluyor. Özellikle La Grande Bellezza (2013) ile Youth’ta (2015) senaryosunu üzerine inşa ettiği yaşlanma sancılarını, The Hand Of God’da kendi büyüme hikayesiyle bütünleyen yönetmen, mahir olduğu bu izleği öncüllerinin aksine duru ve dingin bir anlatıyla filmleştiriyor.

DİN VE DİNDIŞI

80’li yıllarda Napoli’de doğup büyüyen Sorrentino, The Hand of God ile yirmili yaşlarının ortasına kadar kaldığı ve sarsıcı bir trajedi yaşadığı topraklara geri dönüyor ve geçmişiyle hüzünlü bir yüzleşme içerisine giriyor. Maradona’nın, Napoli’ye transfer olduğu yıllara sırtını yaslayarak, hafızasındaki kırıntılarla Napoli’de ve belleğinde bir yolculuğa çıkaran yönetmen, gençliğinin bir temsili olarak da Fabietto’yu (Filippo Scotti) yaratıyor. İçine kapanık, pek arkadaşı olmayan, futbol ve sinema seven, walkman’iyle dolaşan, ergenlik sancılarından mustarip Fabietto’nun başına gelen korkunç olayla birlikte değişimini ve büyümek zorunda kalmasını anlatırken, kendi deyimiyle bir nevi ‘suç mahalline’ geri dönüyor. Maradona’nın maçına gittiği için şans eseri hayatta kalan ve onun sayesinde kurtulduğuna inanan yönetmen, sembolik olarak bu ‘İlahi El’ imgesiyle kutsala çağrışımda bulunsa da kendisine, ‘Tanrı’ya değil, bana teşekkür et.’ diyen babası aracılığıyla da din ve din dışı arasındaki dengeyi kurmuş oluyor. 

Girizgahta ‘Küçük Keşiş’ sekansıyla izlediğimiz teyze Patrizia’nın (Luisa Ranieri), yönetmenin ilham perisi ve cinsel dürtülerinin objesi olduğunu fark etmemiz ise çok uzun sürmüyor. Hemen ardından görülen kavga sahnesiyle Fabietto’nun histerik annesi Maria (Teresa Saponangelo) ve "komünist" bankacı babası Saverio (Toni Servillo) ile tanışıyoruz. Söz konusu açılışın peşi sıra gelen aile toplantısıyla da Sorrentino karakterlerinin kavisleri bir bir ortaya çıkmaya başlıyor.

BU FİLMDE HER ŞEY BÜYÜK

The Hand of God’da Sorrentino, hamile kalamadığı için deliren bir teyzeyle, sigara kaçakçılarının, markete gittiğinde kocası hapse giren bir aile üyesiyle, kavga sırasında Maradona sevinci yaşayanların birbirine karıştığı karnavalesk bir dünya yaratıyor. Ve bu sebeple pek çok kişiye kaçınılmaz olarak Amarcord’u (1973) hatırlatıyor. Usta yönetmen Federico Fellini’nin filmlerinden fırladığı izlenimi uyandıran karakterler ve absürt enstantanelerle alabildiğine gerçek ve bir o kadar da gerçek dışı olan The Hand of God, Fellini filmlerinde küçük roller almak için seçmelere katılan abisi Marchino (Marlon Joubert) ile de bu öykünmeyi reddetmiyor aslında. 

The Hand of God’ı iki ayrı hikâyeye böldüğü hissini uyandıran trajediye değin, İtalyanların futbolla ilişkilerini, abartılı davranışlarını, mizah anlayışlarını, cinsellikle olan bağlarını alaycı bir tonda sunan yönetmen, kadrajlarını da buna göre belirliyor. Çünkü bu filmde her şey büyük, her jest üst perdeden ve haliyle görüntünün de buna hizmet etmesi gerekiyor. Bilhassa filmin başlarında izlediğimiz aile yemeği sekansında bolca alan derinliği kullanarak hem karakterlerinin absürt yapısını vurguluyor hem de filmin mizahi dozunu ayarlıyor. İkinci yarıda ise ana karakterle birlikte filmin duygusu da inişe geçiyor ve daha durağan bir üslup anlatıya nüfuz etmeye başlıyor.

Bunun sebebi ise açık... The Hand of God, Sorrentino’nun en kişisel filmi olduğu kadar, yaşadığı trajediden ötürü sahip olduğu kalp kırıklıklarının, korkularının, aile bağlarının, ilk cinsel deneyiminin, ilham perilerinin, ergenlik hormonlarının ve kimlik arayışının filmi... Hatta Sorrentino’nun gerçeklik ve fanteziyle olan bağını final cümleleriyle kristalize eden film, gerçek hayatta da akıl hocası olan Antonio Capuano (Ciro Capano) ile konuşmasıyla neden sinemayı yöneldiğini de seyircisine açıklıyor.

Filmin performanslarına gelince... Sorrentino’nun kadim oyuncusu Toni Servillo ve onu ustalıkla dengeleyen Teresa Saponangelo olması gerektiği gibi. Fakat The Hand of God’ın yıldızı olduğu kadar performansıyla da göz kamaştıran Filippo Scotti’nin, Timothée Chalamet’yi andıran edasıyla bundan böyle sıklıkla karşımıza çıkacağını tahmin etmek zor değil...

Son olarak, Paolo Sorrentino Maradona’nın maçına gittiği için hayatta kalıyor ama VHS kasetini aldığı Sergio Leone klasiği Bir Zamanlar Amerika’da (1984) filmini ailesiyle asla izleyemiyor. Yoksul Noodles, yoksul Maradona ve yoksul kalan Sorrentino... Yönetmene göre Tanrı’nın eli her birine dokunuyor ve film bittiğinde, bunun bir zamanlar Napoli’de gerçekleşmiş olduğuna inanıyorsunuz. 

Puanım: 8/10