Bir savaşın ve bir adamın sonu: Oppenheimer

Daha beyazperdeye yansımadan konuşulmaya başlanan film önden gelen şöhretinin hakkını sonuna kadar veren bir başyapıt.

Başak Bıçak

Yunan mitolojisine göre Olympos Dağı’ndan ateşi çalarak insanlığa hediye eden Titan Prometheus, Zeus’un kendisini Kafkas Dağları’na zincirleyerek her sabah bir kartalın karaciğerini yemesiyle cezalandırmasına boyun eğmemiş, işkenceye gururla direnç göstermişti. Ne de olsa insanlığın “gelişimi” için doğru bir karar verdiğine inanıyordu. Tıpkı insanlığa gelmiş geçmiş en büyük “ateşi” verdiğinde bütün savaşların sona ereceğine inanan “Amerikalı Prometheus” J. Robert Oppenheimer gibi...

İkinci Dünya Savaşı sırasında Hiroşima ve Nagasaki’ye atılan ve dünya tarihinin en büyük katliamlarından birine neden olan “atom bombasının babası” Oppenheimer, “yaratacağı canavarın” sırf İkinci Dünya Savaşı’nın değil, bütün savaşların sonunu getireceğine yönelik “iyi niyetli” bir inanca sahipti.

Bir bakıma haklıydı da, çünkü Hiroşima ve Nagasaki’de yaşanan dehşet öylesine büyüktü ki savaş, Amerikalıların lehine “tek hamlede” sonuçlandırılmıştı. Ancak tarihler savaşın hemen ertesini, 1946’yı gösterdiğinde ve Winston Churchill “Demir Perde”yi tasvir ettiğinde Oppenheimer yalnızca korkunç bir kıyımın değil yeni bir savaşın da ilk sorumlusu oldu. Başka bir deyişle eline yalnızca yarattığı “katilin” döktüğü kan değil, “soğuk bir savaş”ın kiri de bulaşmıştı.

İşte Christopher Nolan’ın yeni, sarsıcı, ruhani yaralarla bezeli “Oppenheimer”ı, mucidi olduğu atom bombasının yarattığı ölümle yüzleştiğinde vicdanen ölen bir bilim insanın ıstıraba bulanmış zaferini anlatıyor. “Amerikalı Prometheus: J. Robert Oppenheimer’ın Başarı ve Acı Dolu Öyküsü” isimli kitabından uyarlanan film, Nolan’ın kurnaz senaryosuyla sırf teoride değil, pratikte de bir atom bombasının icadına dönüşmüş.

Çünkü filmini, fisyon (atomun parçalanması) ve füzyon (atom çekirdeklerinin birleşmesi) olarak iki parçaya ayırarak anlatı boyunca sürekli bir sarmal şeklinde ilerlemelerini sağlayan Nolan sonunda ortaya ana karakterinin vicdanında inşa ettiği bir bomba çıkarıyor. Oppenheimer’ın fizik alanında yüksek lisans ve doktora yaptığı yıllardan savaşın başladığı ve “Manhattan Projesi”nin başına getirildiği döneme dek ilerleyen bilimsel araştırma evresini fisyon, komünist bağlarla suçlandığı “Kızıl Tehlikeci McCarthy” dönemindeki sorgulama sürecini ise yoğun “Robert Downey Jr. Kontrastlı”, siyah beyaz bir füzyon evresi olarak tasvir ediyor.

Böylelikle atom bombasının geliştirilmesi sırasında ve sonrasında yaşanan felaketle birlikte aklı ve vicdanı birbirine çarparak patlayan, ortaya çıkan enerjinin içinde yok olan, tarihin hem adını yazdığı hem de karanlığa mahkûm ettiği kusursuz bir dehanın biyografisi gün yüzüne çıkıyor.

YILDIZ GEÇİDİ

Adeta bir yıldız geçidi gibi her oyuncunun ekranda bir kamaşmaya yol açtığı filmde, Oppenheimer’ı canlandıran -belki de ruhu içine kaçan- Cillian Murphy’nin, “kanlı” başarısının ardından kalbi ve zihniyle baş başa kaldığı, kameranın tümüyle yüzüne odaklandığı yakın çekim sekanslar ile atom bombasının patlama süreci görüntü ve ses tasarımıyla nefes kesici bir gerilim inşa ediyor.

Oppenheimer’da, Hiroşima ve Nagasaki’de yaşanan ölümün boyutlarına yönelik görüntüler yok fakat gözümüzün önünde, ekranda, zihninin ve kalbinin hücumuna uğramış, gözlerindeki ışığın sönüşüyle öldüğünü anladığımız bir adam var. Oppenheimer, öykünün parçacıklarına yapışmış politik ve tarihi bir gerilimin, zaferle örülmüş bir kariyerin, komünist bir eski sevgili veyahut hezeyanlarla yüklü bir eşin perdelemeye yetmediği acıyla yaşlanmış bir yüzün kıvrımlarında canlanıyor, bastırdığı omuzlarında zirveye yükseliyor. “Yurttaş Kane”den, 12 Angry Men’e, Dr. Strangelove’a dek sinema tarihinin kadim miraslarından ödünç alan, çağdaş sinemanın klasiklerinden birine dönüşecek bir mihenk taşı Oppenheimer, karakteriyle birlikte yorgun düşeceğiniz, onunla birlikte ıstırap çekeceğiniz bir deneyim... Yıkıcı, acımasız, karanlık.

Puanım : 9/10