Bir Göç Öyküsü: Io Capitano
Dünyanın en önemli sorunlarından biri olan göçmenliğe yönelik Avrupa merkezli bakış açısını kıran bir film.
Başak BıçakAfrika sinemasının öncüsü, Senegalli yönetmen Ousmane Sembene, “Mandabi” (1968) isimli filmini halkının çoğu Fransızca anlamadığı için Wolof dilinde çekmek ister ve böylelikle ilk kez bir Afrika dilinde film yapılmış olur.
Senegal’in 1960’da Fransa’dan bağımsızlığını kazanmasının ardından sömürgeciliğe, bağımsızlığını kazanan toplumlarda yaşanan kimlik bunalımlarına ve bunun sınıflar arası farklılıklarına ana karakterinin yaşadığı “küçük” bir sorunla, Fransa’dan “gelemeyen” bir havale ile Kafkaesk bir bürokrasi üzerinden çarpıcı bir yergi sunan Sembene’in meselesinin özü bellidir: Bir zamanlar sömürgesi olduğu Fransa’dan Senegal’e para, o kadar da kolay gelmez. Fransa’dan insanlar gelir, kolonyalizm gelir ama havale, bir türlü gelemez.
“İtalyan Sinemasıyla Buluşma” kapsamında gösterilen “Io Capitano”nun yönetmeni Matteo Garrone, yıllar önce Sembene’in bıraktığı bayrağı devralmak için yürekli bir girişimde bulunuyor ve filmini yalnızca -büyük oranda- Wolof dilinde çekmekle kalmayıp Sembene’in anlatısını tamamlıyor.
The Guardian’a yaptığı açıklamalarda, “Gençler, kendi yaşlarından insanların Fransa’dan kolaylıkla Senegal’e seyahat ettiğini görüyor ancak onlar aynı şeyi yapamıyor” diyen yönetmen, bu bakımdan Sembene’in Mandabi’siyle analojik bir bağ kuruyor. Tıpkı Sembene’in anlattığı gibi Fransa’dan insanlar gelir, para gelemez ama Senegal’den “para” gider, insanlar -o kadar da kolay- gidemez diyor Garrone ve “Io Capitano”nun harcına da bu mayayı karıştırıyor.
AVRUPA’NIN ‘NORMAL’İ
Garrone’nin, Gomorra’dan ve hatta Pinocchio’dan aşina olduğumuz “gençler ve tradejiler” konuları ise Io Capitano’da göç ve küreselleşme olgularıyla birleşiyor. Avrupa’nın “normal”i haline gelen göç facialarına iki gencin yolculuğu üzerinden dikkat çekici bir yorum getiriliyor. Çünkü Garrone’nin “Io Capitano” ile yaptığı klişeleşmiş beyaz adam bakışından çok uzak ve tam da bu yüzden Senegal’de, Wolof dilinde ana karakteri Seydou’nun alabildiğine normal yaşamıyla başlıyor. Annesi ve kız kardeşleriyle yaşadığı kulübede açılan film süslenen, peruklar takan, danslar eden, şarkılar söyleyen ailenin gündelik yaşamının, “yerleşik göç eden aile” imgesinden ayrıştığını kanıtlıyor böylelikle. Elbette modern yaşamın sunduğu olanaklara büyük oranda uzaklar ancak kadrajın ilettiği duyguda belki bir parça umutsuz ama yine de mutlu görünüyorlar. Pek tabii her genç gibi sosyal medyada gördükleri yaşamlara imreniyor ve şarkıcı olmanın tek yolunun Avrupa’dan geçtiğini düşünüyorlar ancak gitmek istemelerinin nedeni tek başına savaş, kıtlık veya başka sosyopolitik sebepler değil. Yalnızca “Avrupa’nın onları ve şarkılarını beklediğine” ilişkin çocuksu yanılgıları...
Gerçekten de bu hayal, ailelerinden gizli çıktıkları yolculukta Seydou ve kuzeni Moussa’yı büyük bir trajediye sürüklüyor. Şarkıcı olma düşleri çöl tozuna, inşaat çamuruna bulanıyor, Nijerya’dan Libya’ya, İtalya’ya, insan tacirlerinden mafya işkence evlerine değin dehşet verici bir hayatta kalma savaşına evriliyor. Sürreel bir üslupla betimlenen çöl sahnesinde önce çocuklukları sonra da masumiyetleri “uçup gidiyor”.
Ailelerini dinlemedikleri için yaşadıkları pişmanlığa çare olamayan “bir melek”, fiziksel acılarına da merhem olamıyor. Kat ettikleri her mesafeyle yaş alıyorlar fakat geleceklerine yönelik duydukları ümitten de vazgeçmiyorlar. Garrone’nin sırrı, böylesine kahredici bir sorunu tabulaşmış eleştirilerden uzağa götürebilmesi ve “biz-onlar” anlayışının dışına çıkarak iki gencin gelecek tasavvurlarını drama dozu dengeli bir öyküyle bütünleyebilmesinde yatıyor. Ve bunu yaparken ölümün ensesinde beklediği o ünlü bedeli Seydou’nun gözlerine gömüyor, gencecik bir yüreğin çarpıntısını duymamıza olanak tanıyor. Sanırım “Io Capitano”yu iyi kılan, işte o küçücük kalbin finaldeki atışı...
Puanım: 7/10