Bir diktatörün ‘vampir’ anıları: El Conde

Eğer diktatörler gerçekte, yüzyıllardır yaşayan vampirler olsaydı ve ölümlerini birer düzmeceden ibaret kılarak hâlâ aramızda yaşamaya devam etselerdi ne olurdu?

Başak Bıçak

Hitler, Mussolini, Franco, Salazar, Stalin veya Çavuşesku gibi işlediği insanlık suçlarıyla “ünlü” cani liderlerin aslında birer kan emici vampir olduğunu, insanların (belki de ülkelerinin) kalpleriyle beslendiklerini ve dünyanın bir yerlerinde “kan emmeye, kalp yemeye” devam ettiklerini bir düşünün... Fikri bile korkunç değil mi? Evet karşınızda, düşüncesiyle bile tüylerinizi diken diken edecek, iğneleyici mizahıyla politik-tarihi bir taşlamaya dönüşecek, grafik şiddetiyle kötülüğün kadim doğasını görselleştirecek, ürkütücü derecede olağanüstü bir hiciv var: Augusto Pinochet’nin 250 yıldır yaşayan bir vampir olarak tasavvur edildiği El Conde (Kont)...

İNGILIZ KANINA AŞIK

Şilili yönetmen Pablo Larraín, elbette yeni olmayan ancak benim daha çok yine bir Netflix projesi “La Révolution”daki “aristokrasinin kan emiciliği” fikriyle daha yaratıcı bulduğum vampir mitosuna parlak bir ilmek daha ekliyor ve Şili’nin acımasız diktatörü General Augusto Pinochet’yi bir vampir olarak betimliyor. Elleri fazlasıyla kana bulanmış, sırf metaforik değil, gerçekte de kanla beslenen ve Hitler etkisi altında olduğu, yaşadığı kasvetli ve metruk evin tozlu, parçalanmış tahta döşemelerine sinmiş bir sığınakta yaşayan Kont fikri (çünkü kendisine öyle denilmesini istiyor) fazlasıyla çarpıcı. Zira karakterin üzerine giydirilen bu pelerin -filmde de giydiği gibi- 1970 yılında başa geçen Sosyalist lider Salvador Allende’yi, 1973 yılında yaptığı bir askeri darbeyle devirdikten sonra yıllarca iktidarda kalan ve anayasa feshinden, partilerin kapatılmasına, sıkıyönetime değin uzanan ve kaybolmalar, işkenceler, tutuklamalarla süren korkunç bir kıyıma girişen Pinochet için biçilmiş kaftan. Dahası, yönetimi “istemeye istemeye” devrettikten sonra 91 yaşında “kalp yetmezliğinden” ölen Pinochet’nin ironik bir biçimde “Şili’nin kalplerini” yiyerek yaşamını sürdürmesi ve vampir olmalarını istemediği için ısırmadığı çocuklarının, kendisinden daha fazla “vampir” olması senaryoyu Guillermo Calderón’la birlikte yazan Larraín’in incelikli zekasını açık ediyor. Ancak El Conde’de basitçe vampir izleğiyle örülmüş bir öyküden daha fazlası var. Çünkü Fransız İhtilali sırasında “kan aşkını” keşfeden, aristokrasiye ve “mavi kana” özel ilgi duyan, Fransa’nın ünlü “terör dönemi”yle kavrulmuş ve dolayısıyla kanı çok iyi bilen kralı 16. Louis’ye -belki daha çok Marie Antoinette’e- sadakat besleyen bir vampirin “kralsız bir ülkeye gidip kral olması” dahiyane. Ancak ben kendi adıma en çok filmin finaline doğru öğrendiğimiz “İngiliz kanına duyduğu aşkın” nedenini sevdiğimi itiraf etmeliyim. Söz konusu bağlantı anlatıyı, Carl Theodor Dreyer’in “Jean d’Arc’ın Tutkusu” (La Passion de Jeanne d'Arc) filminden fırlamış gibi duran yüzüyle Katolik rahibe-muhasebecinin (Paula Luchsinger) bir vampir avcısı olmasından daha fazla canlandırıyor ve Pinochet’nin gerçek hayatta İngiltere’de ev hapsinde kaldığı dönemle olan tarihi bağlarını anlamlandırıyor.

Kendi cenazesine iki kez katılmış, artık avlanmaktan hoşlanmayan ve hatta ölmek istediği için durmadan şikâyet eden Pinochet’yi insan olmaktan çıkararak zalim bir canavara dönüştüren ve böylelikle “kötülüğün sırandalığı”nı, kan renginden uzak, siyah-beyaz sinematografiyle bezenmiş bir vahşetle betimleyen “El Conde”, Jaime Vadell’in performansıyla katmanlarının sıvalarını sağlamlaştırıyor. Kuşkusuz Şili’deki askeri darbenin 50. yılında Pinochet’yi “nefretle” anmak etkileyici olurdu ancak onu alternatif bir evrende bir vampir olarak hatırlamak kesinlikle göz kamaştırıcı ve en az onun kadar acımasız. El Conde’yi, Netflix’te izleyebilirsiniz.

Puanım: 7.5/10