Bir dahinin portresi

Netflix’in yeni filmi “tick, tick… BOOM!” son yılların müzikal dahisi Lin-Manuel Miranda’nın bundan 30 yıl önce kendisi gibi ‘dahi’ sıfatıyla taçlandırılan bir başka yaratıcıyı, Jonathan Larson’ı kutsayan ve bunu yaparken hayata dair önemli mevzuları da ustalıkla işleyen bir müzikal.

Emrah Kolukısa

Jonathan Larson adı birçoğunuza tanıdık gelmeyecektir, tabii eğer müzikaller hayatınızda çok önemli bir yer tutmuyorsa. 1990’lı yıllarda Broadway’de sahnelenmeye başlayan ve 12 yıl boyunca da perde kapatmayan “Rent” adlı müzikali ise eminim sinemayla ilgili olan hemen herkes duymuş, müzikalin sahne versiyonunu değilse bile Chris Columbus imzalı film versiyonunu azımsanmayacak sayıda kişi izlemiştir. Şunu söylememe müsaade edin; zamanın ruhunu doğru bir şekilde yakalayan ve yansıtan eserler biraz o zamanın ruhunu da belirler aslında. İşte “Rent” 90’lı yıllarda New York’ta belirli bir yaşam biçimini son derece doğru yansıtan, zamanın ruhunu sımsıkı kavrayan bir eserdi. Kalıcılığı da bundan ileri geliyordu elbette ve şu sıralar Netflix’te izleyiciyle buluşan “tick, tick… BOOM!”’un yönetmeni Lin-Manuel Miranda’nın da hem “Rent”in yaratıcısı Jonathan Larson’dan hem de onun eserlerinden etkilenmesinin en önemli sebebi yine hiç şüphesiz buydu. 

LARSON’IN SORULARI

Broadway müzikallerinin hali hazırdaki en büyük yıldızı kabul edilen Lin-Manuel Miranda küçük bir iki pürüz dışında sahnede de sinemada da hatasız bir şekilde sürdürüyor kariyerini. Yine 2021 içinde kendi ilk müzikalinden hareketle çekilen “In The Heights” adlı filmle büyük sükse yapan Miranda aynı filmde çeşitliliğe dikkat etmediği (oyuncuların neredeyse tamamı Latin kökenliydi ama filmde hiç Afro-Latino temsiliyeti yoktu) için eleştirilmiş ve nihayetinde bu konuda özür de dilemişti, pürüzden kastım buydu. Şimdilerde eleştirmenlerin övgüleriyle karşılanan ilk yönetmenlik denemsi “tick, tick… BOOM!” ile erkenden Oscar dedikodularını başlatan Miranda bu kez müzikal tarihinin önemli köşe taşlarından biri olan Jonathan Larson’a saygı duruşunda bulunurken bir yandan da Larson ve onun etkisi üzerinden 90’lardan bu yana toplumsal yaşamın dönüşümüne dair önemli saptamalarda bulunuyor. AIDS’in en büyük tahribatını yaptığı yıllarda yaşayan (ve sonuçta AIDS’den değil ama kalp anevrizmasından 35 yaşında, hem de “Rent”in ilk gösteriminden bir gece önce ölen) Larson aslen Puccini’nin “La Boheme” operasının çağdaş bir yorumu olan rock müzikali “Rent” ile toplumda itilmiş, ötekileştirilmiş, her türlü ayrımcılığa maruz bırakılmış bireylerin sesini yükseltiyordu ve Lin-Manuel Miranda da 30 yıldır nihayete ermeyen bu ayrımcılığa dair Larson’ın sorularını bir kez daha yineliyor: “Neden bir şeylerin değişmesi için bir felaket olması gerekiyor?”

İki kahramanından birinin 17. yaşgününde izlediği “Rent” müzikalinin yaratıcısı Jonathan Larson olduğunu (diğeri de Robert Rodriguez imiş bu arada) söyleyen Lin Manuel-Miranda büyük ölçüde 30 yıl önce ilk kez sahnelenen aynı adlı ‘Rock Monoloğu’ndan sinemaya uyarladığı “tick, tick… BOOM!”da anlatının merkezine de Larson’ı koyuyor ve onun kariyerinin ilk önemli çıkışını nasıl yaptığını gösterirken bir yandan da 90’lı yılların New York’unda sanatçıların (dansçılar, müzisyenler vb) ve farklı cinsel yönelimleri nedeniyle toplumda hak ettikleri yere gelmekte zorlanan bireylerin hayatlarına tanık ediyor bizi. Larson’ı Andrew Garfield’ın mükemmele yakın bir performansla canlandırdığı “tick, tick… BOOM!” aslında otobiyografik bir sahne gösterisi ve Larson’ın “Rent” öncesi kariyerinin en önemlisi işi. 9 yılı aşkın bir süre New York’ta bir restoranda hafta sonları garsonluk yapan, hafta içi ise aslen Orwell’in “1984”ünden mülhem “Superbia” adlı bir müzikali bitirmeye çalışan Larson, sevgilisi Susan, en yakın arkadaşı Michael ve küçük ama birbirine sıkı sıkıya bağlı arkadaş çevresiyle birlikte parasızlıkla boğuşurken bir yandan da hayatlarını bir raya oturtmak için uğraşmaktadırlar. Biri (Susan) geçirdiği bir sakatlık yüzünden önemli bir darbe alan dans kariyerini yeniden canladırma hayalleri kurarken, bir diğeri (Michael) büyük kente taşınınca sürdüremeyeceğini anladığı oyunculuğu bırakıp reklamcılık alanında kendine bir gelecek yaratma çabasına girmiştir. 30 yaşının arefesinde hayatını ve kariyerini ciddi bir aciliyet içinde sorgulayan Larson ise bir taraftan kafasının içinde hiç susmayan bir saatin tik-tak sesleriyle boğuşmakta ve aynı yıl içinde AIDS yüzünden kaybettiği arkadaşlarının sayısı artmasın diye içten içe dua etmektedir. Onun en önemli ilham kaynağı ise hiç şüphesiz sözlerini yazdığı “Batı Yakasının  Hikayesi” adlı müzikal henüz 27 yaşındayken sahnelenen ünlü müzikal yazarı Stephen Sondheim’dır. Latinler, siyahlar, eşcinseller gibi hep kıyıya itilmişlerin hikayelerini ilk kez müzikallere sokan Sondheim gerçekten de Larson’ın hayatında önemli bir etkiye sahip olmuş biri ve Miranda’nın filminde onu da görüyoruz elbette. Yani bir anlamda Miranda kendi kahramanı Jonathan Larson’a saygı duruşunda bulunurken, Larson’ın da Sondheim’a olan hayranlığını ve saygı duruşunu es geçmemiş.

ANDREW GARFIELD DÖKTÜRÜYOR

Daha çok genç oyunculardan kurulu bir kadrosu var "tick, tick... BOOM!”un (Sondheim rolünde Bradley Whitford ve özellikle de ‘Sunday’ sahnesinde rol alan ‘efsaneler’ hariç elbette) ama son tahlilde izlediğimiz şey Andrew Garfield’ın one-man show’una -ya da dilimize daha uygun söyleyişiyle teki kişilik gösterisine- dönüşmüş. Çok da şaşırtıcı değil aslında çünkü zaten Larson da yıllar önce bu gösteriyi çok büyük ölçüde kendi üzerine kurmuştu (filmin sonunda orijinal gösteriden görüntüler de yer alıyor). Garfield ilk bakışta Jonathan Larson rolü için tuhaf bir tercih gibi görünebilir (ne de olsa Hollywood kariyerinin zirvesine Örümcek Adam olarak tırmanmış bir oyuncudan söz ediyoruz) ama Lin-Manuel Miranda onu Londra’da 6 saatlik bir tiyatro oyunu olan “Angels In America”da izledikten sonra bu rolü ona vermeye karar vermiş. “Bana gerçek bir sahne canavarı gerekiyordu çünkü her şeyden önce Larson bir sahne canavarıydı ve Andrew garfield’ın da öyle olduğunu “Angels In America”yı izleyince anladım. şarkı söyleyip söylemediğini o sırada bilmiyordum ama onu da bir şekilde yapabileceğinden emindim” diyor Miranda kendisiyle yapılan bir söyleşide. Doğrusunu isterseniz son derece de haklı. Garfield kariyerini bu belki de en güçlü performansıyla şimdiden herkesin Oscar adaylığı almasına kesin gözüyle baktığı bir oyuncu olarak belki de heykelciği evine götürecek ya da en azından ödül sezonunda başka birçok heykelcik alacak, genel kanı bu yönde. 

Müzikleri, sahne tasarımları (özellikle ön cephesi bir anda açılan ve büyük bir sahneye dönüşen restoran bir harika), Miranda’nın çok iyi bir sınav verdiği rejisi (hele bir havuz sahnesi var ki, müthiş), Garfield başta olmak üzere oyunculukları ve 90’ları tam kalbinden yakalayan detaylarıyla “tick, tick… BOOM!” yılın müzikali olmaya aday. 35 yaşında hayata veda eden Larson’ın hikayesi trajik unsurlar taşıyor belki ama Miranda buradan ağlak bir hikaye yerine hayat ve toplum üzerine zihin açıcı bir karakter çalışması çıkarmayı başarmış bize sorarsanız.

FİLMİN NOTU: 8/10