Bilimin büyüsü müzik
Öyle eşsiz bir uyum ve armoni yaratır ki müzik, kimi zaman büyü olarak görülmüş, yasaklanmış, güç için kullanılmak istenmiş. Sizi duygudan duyguya sürükleyen o şarkıların çekiciliği ise titreşimlerin ve dalgaların ortaya çıkardığı akışın sizde yarattığı etkiyle ilgili.
Deniz ÜlkütekinYıl 1741, Rusya’nın Saksonya Büyükelçisi Kont Hermann Karl von Keyserling “Insomia” adı verilen hastalığı sebebiyle uykusuz geceler geçirmektedir. Çareyi müzikte aramaktadır. Evinde çalıştırdığı genç klavsenci Johann Gottlieb Goldberg gecelerini Kont’un başucunda hazır bekleyerek geçirmektedir. Kont uyandığında müzikleriyle onu tekrar uyutmaya çalışmaktadır. Ancak melodiler bir türlü işe yaramaz. Sonunda Kont, Goldberg’i dünyaca ünlü besteci Johann Sebastian Bach ile tanıştırır. Bach, Goldberg’e, Kont’a çalması için -sürekli tekrarlardan oluşan, hareketli ve neşeli- bazı kompozisyonlar verir. Goldberg bu besteleri çalmaya başlayınca Rus diplomatın uyku sorunu çözülür. İşte size Bach’ın dünyaca ünlü Goldberg Varyasyonları’nın ortaya çıkış öyküsü...
Müzik çok uzun süredir insanları iyileştirmek başta olmak üzere birbirinden farklı alanlarda kullanıldı. Bach’ın kendisine en çok para kazandıran çalışmaları arasında olan söz konusu eserini bir çeşit kişiye özel uyku ilacı olarak değerlendirebiliriz. Çünkü, büyük olasılıkla ünlü bestecinin varyasyonları Kont’un geceleri ortaya çıkan ve Keyserling ailesinin karmaşık kökenlerine bağlı anksiyetik sorunlarına iyi geliyordu.
BEYİN DALGALARI VE MÜZİK
Beynimiz gündelik yaşamda karşılaştığımız durumlara göre farklı düzeyde dalgalar yayar. Örnek vermek gerekirse, bilmediğimiz bir yere gittiğinizde, yaşayabileceğiniz gerginlikle daha yüksek yoğunluğu olan “beta” ritminde dalga yaymanız olasıdır. Öte yandan uyku sırasında da çalışan beyin, bu kez düşük düzeyli dalgalar yayar. Uykuya geçiş sırasında yayılan dalgalar “teta”, derin uyku sırasındakiler ise “delta” olarak adlandırılır. Burada asıl soru şu; dışardan gelen belli ritimdeki uyarıcı dalgalar bilinç durumumuzu ne kadar etkiler?
Ünlü bilim insanı Nikola Tesla’nın bu soruya dolaylı bir yanıtı var. “Birkaç dakika içinde kirişin titremeye başladığını hissettim. Yavaş yavaş titremenin yoğunluğu arttı ve tüm inşaatı kaplamaya başladı. En sonunda yapı bükülmeye başlamıştı. İşçiler deprem olduğunu sanmış ve iskelelerden aşağı atlamıştı. Binanın yıkılacağı söylentileri yayılmaya başlamıştı. Ciddi bir sorun olmadan uzaklaştım. Eğer makineyi on dakika daha çalıştırsaydım yapı yerle bir olacaktı. Aynı yöntemle Brooklyn Köprüsü’nü bir saatten kısa sürede yerle bir edebilirdim.”
Tesla kendi buluşu olan bir “osilator” ile yaptığı deney sonucunda büyük depremlerin yaratılabileceğini fark etmişti. 1893 yılında New York’ta yaptığı deney, kısaca “osilatör”ün herhangi bir nesneyle aynı titreşim frekansına uyarlanmasına dayanıyordu. Frekans eşleşmesiyle ilgili en bilindik söylencelerden birisi ise herhangi bir askeri taburun köprüden geçiş sırasında düzenli adımı bırakıp serbest olarak yürümesidir. Çünkü aynı titreşim aralığında ve hızlı adımlarla yürüyen bir insan topluluğu, altındaki yapı yeterince güçlü değilse, yapıda yıkıma neden olabilecek kadar büyük bir titreşim yaratabilir.
Bu deneyi insana uyarladığınızda daha zor fark edilen ancak kitlesel dönüşüm gücü yüksek bir sonuç ortaya çıkıyor. Bir şarkının, sözler ve melodilerin, altında yatan frekans düzeyleri bizim müzikle bağlantımızı kuran asıl etken olabilir. Nasıl mı? Bugün Batı dünyasında dinlenilen hemen her türlü müzik “Stuttgart Perdesi” adı verilen, “la” notasının 440 “hertz”e ayarlandığı ölçün üzerinden oluşturulur. Bu ölçünün ortaya çıkması ise Katolik Kilisesi’nin Batı Avrupa’ya egemen olmasıyla, bu frekans aralığındaki ilahilerin yarattığı kulak alışkanlığıyla oldu. 1926’da ise ABD müzik çevrelerinin kesin ölçü olarak belirlemesiyle müzik için bir ölçün haline geldi. Söz konusu ölçünün, birçok müzik araştırmacısından yöneltilen, insan titreşimiyle uyumlu olmadığı savlarını bir kenara bıraksak da kitleleri etkileyen müziklerin nasıl oluştuğunu anlamak için bu tek tipleştirmenin nasıl işlev gördüğünü bilmek önemli.
İKTİDARLARIN SESİ
Böylesi bir etkisi olan müzik, tarih boyunca gücü elinde tutmak adına kitleleri tek benzeştirmek isteyen bütün yöneticiler için kullanılması gereken bir araç olurken aykırı sesleri bastırmak da iktidarların en öncelikli işleri arasında yer aldı. Bugüne gelirsek, müziğin insanların özgür hissettirme, devinime geçirme, sıra dışı düşündürme gücü olduğu gibi, kitleleri tek boyutlu yaşamaya ve düşünmeye yöneltmek, yılgın hissettirmek, yazgıcı olup kendi sorunlarıyla ilgilenmemek ve çevresinde yaşananlara ses çıkartmamak için de kullanıldığını görüyoruz. Bu açıdan bakınca Melek Mosso, Haluk Levent, Hayko Cepkin ve daha birçok müzisyenin konserlerinin iptal edilmesi ve gençlerin eğlenip kendini iyi hissedebileceği festivallerin yasaklanması daha da anlamlı görünüyor.
TÜRK BEŞLERİNDEN ARABESKE
Cumhuriyetin ilanıyla taçlanan Türk devriminin en önemli ayaklarından birisi de kültürel atılımlardı. Müzik alanında yapılan çalışmalar -kimilerince hâlâ eleştirilse de- geçmişten kalan yılgın sesleri ortadan kaldırıp her alanda medeniyet seviyesinin üzerine çıkmayı amaç edinen bir toplumun gereksinimi olan neşenin, gücün ve isteğin kulaklarda çınlamasına yönelikti. “Türk Beşleri” olarak adlandırılan Ahmet Adnan Saygun, Ulvi Cemal Erkin, Cemal Reşit Rey, Hasan Ferit Alnar, Necil Kazım Akses’in öz değerlere dayanan melodileri çağdaş bir yorumla ortaya çıkardığı müziklerle zirveyi gören dönemin kültür politikaları zamanla terk edilince, yerini 50’li yıllarda ses veren “apartma” bir müzik kültürüne bıraktı. Batı melodilerinin üzerine Türkçe sözler yazılarak tamamen kopyalama yöntemiyle üretilen müziklerin, kısa sürede artan büyük kentlere göç dalgasını etkilemesi düşünülemezdi. Ancak onlar için de bir ses tasarlanmıştı elbet. Arabeskin doğuşu böyle olmuştu. Bir tarafta tamamen batı uyarlaması, yaşamı eğlenceyle eş tutan melodilerin oluşturduğu duygular, diğer yanda yılgınlık ve umutsuzluğun sesi olan şarkılar. Seksenlerde bu iki tür kimi zeminlerde buluşacak, İbrahim Tatlıses’in sosyeteye çiğ köfte yedirdiği filmlerin müziği olan fantezi müzik kulaklara çalınacaktı. Sonrasında yine uyarlama yönteminin biraz daha incelikli ve yaratım sürecini de içine alan 90’lar pop kültürü gelecekti. Kitleler ise bugüne dek artarak büyüyen kimliksizlik içinde süregelen müzikle kendini bulmaya çalışacaktı.
Günümüzde tüm müzik dünyasında türlerin ve buna bağlı olarak çevrelerinde oluşan kültürel yapıların da birbirinin içine geçtiği bir dönemdeyiz. Belki de bu yüzden müzisyenlerin en yanıt vermek istemediği soru “Ne tür müzik yapıyorsunuz” oluyor. Ancak Türkiye gibi kendi müzik kültürünü oluşturmaya yeni başlamışken yolundan sapan bir ülkenin güncel müziğini de bu geçirgen yeni düzen içinde daha büyük bir kimlik bunalımı bekliyorum. Nitekim kültür yöneticilerinin de bu soruna eğilmek yerine konser ve festival iptallerine zaman harcamaları sorunun daha da derinleşeceğini gösteriyor.