Bedeli Ağır Tecrübeler…
Geçmişte zor koşullarda ortaya çıkan kimyasal odaklı sağlık sorunları artık yaşamın her yerinde insanlığı tehdit ediyor.
Ömür TanyelGeçen
ay Bartın’da yaşanan maden faciası bir kez daha iş sağlığı
ve güvenliği adımlarına uymanın gerekliliğinin kaçınılmaz
olduğunu gösterdi. Yerin yüzlerce metre altında iş yapmanın
hafife alınır yanı olmadığı gerçek. Yalnızca patlama
olduğunda gündeme geliyor ama madencilikte fiziksel travmalardan
kimyasal maruziyete dek pek çok risk, çalışanı tehdit ediyor.
Dar ve anatomiye uygun olmayan alanlarda saatlerce çalışmanın zorlukları ortada. Benzer iş sektörlerinde, gözle görülmeyen boyuttaki kimyasal maddelerden kaynaklı silikozis, asbestozis, bisinozis gibi hastalıkların günümüzde tanımlamaları yapılmış ve önlem almak için gerekli şartlar ortaya konmuştur. Akciğeri etkileyen pnömokonyoz madencilikte bilinen bir sorundur ve akciğer dokusunda biriken parçacıklar nedeniyle ilerleyen harabiyetine yol açar. Erken teşhis bu hastalıklar için önemlidir. Tarih boyunca çıkan bazı hastalıklar, başlarda yapılan işe bağlanamasa da sonrasında aradaki ilişki görülerek önlem alma yoluna gidilmiştir. Örneğin şu an tıp literatüründe yer almayan kömür madencilerinin nistagmus'u, tehlikeli bir çalışma ortamından kaynaklandığı kabul edilen ilk meslek hastalıklarındandı. Nistagmus göz kürelerinin tekrarlayan ve denetim dışı bir hareketidir. Önemi ise göz, iç kulak veya sinir sisteminde ciddi bir anormal durum olabileceğine ait bir durumu belirtmesidir. Bu sorunu yaşayanlar göz koordinasyonunu yitirdikleri için yürümekte, ayakta durmakta hatta yatmakta bile zorluk çekerler.
Kömür madenleri uzak olmayan bir dönemde çok daha kötü şartlara sahipti. Madencilerde görülmeye başlayan bu nistagmus, tüm yaşamlarını etkiliyordu ancak meslekle bağı bir türlü kurulamıyordu. Nedenin, madencinin çalışmak zorunda kaldığı loş ışık olduğu düşünüldü. Bu durum, karanlık ortamda yetiştirilen deney hayvanlarında oluşan nistagmus’una benziyordu. İkinci Dünya Savaşı sonrasında madenlerde ışıklandırmanın artırılması ile bu sevimsiz durum ortadan kalkmaya başladı. Ama başka maruziyetler de vardı.
Kibrit, elektrik öncesi dönemde çok gereksinim duyulan bir maddeydi. Alevi canlı tutmak için baş kısmının karışımına beyaz fosfor eklemesiyle ile ucuz ve güvenli kibritlerin geliştirilmesi 19. yüzyıl başlarında mümkün olmuştu. Bu kibritlerin çakılması ile oluşan ışık o kadar güzeldi ki olasılıkla Hans Christian Andersen’e esin kaynağı olmuş ve ünlü masalını yazdırmıştı. Kibritçi Kız acıklı bir sonla bitiyordu. Kibriti üretenleri bekleyen son da farklı değildi.
Beyaz fosforu kibrit üretiminde kullanan ilk fabrika 1836'da İsveç'de açıldı ve Finlandiya, Danimarka gibi nispeten soğuk ülkeler onu takip etti. Kibrit fabrikalarındaki işçilerin çoğu genç, hatta çocuk yaşta kadınlardı. Günde 14 saat fosfor dumanı soluyarak çalıştılar. Bir süre sonra başlayan diş ağrıları, diş eti iltihabı eklenerek devam ediyor ve sonunda alt ve üst çenedeki kemik dokunun tamamen ölmesi ve yok olmasıyla sonuçlanıyordu. “Possy-Jaw” olarak adlandırılan bu duruma maruz kalan kişilerden yayılan koku o kadar ağırdı ki, toplumdan dışlanmalarına bile neden oluyordu.
Günümüzdeki teknoloji ile sırf çalışma alanlarındaki değil, çevremizdeki kimyasalların da ölçümünü yapabilmek mümkün. Ancak çalışmaların çoğunun sonucu endişelerimizi artırıyor. Çekya’da yapılan bir araştırma, yasadışı uyuşturucuların tatlı su ekosistemlerine salınmasının balıklarda da bağımlılığa neden olduğunu ve habitat seçimlerinde, bireysel ve nüfus seviyelerinde, olumsuz sonuçlara yol açtığını gösteriyor. Başka bir çalışmada ise suya az miktar karışan östrojenin bazı balık türlerinin erkekleşmesine yol açtığı izlendi. Bu yılın başında yapılan bir çalışma ise nehir sularına karışan ilaç kalıntılarını araştırması bakımından ilginç sonuçlara sahipti.
Araştırmada 471.4 milyon insanın çevresel etki alanını oluşturan dünya nehirlerinin 258'inde ilaç ve kalıntı analizleri yapıldı. Suya karışan ilaç atıkları yalnızca fabrika üretimine ait değil, yörede yaygın kullanılan ve vücuttan atılan molekülleri de içerdiği için önemliydi. En yüksek kimyasal konsantrasyonlar Sahra altı Afrika, Güney Asya ve Güney Amerika'da gözlendi. Sularda en sık saptanan moleküllerden biri içeceklerde ağırlıklı yer tutan kafeindi. Bunların yanında akarsularda bazı antibiyotiklerin de yaygın olması gelecekte daha da artacak olan ilaç direnci nedeniyle önem taşıyordu. Sularda yer alan kozmetik ve ilaç kökenli bu kimyasalların insanlık ve dünyayı paylaştığımız diğer canlılarda ne sonuçlara yol açacağı merak ve bir ölçüde korku konusu. Çalışma, Birleşmiş Milletler'in basamak noktası olarak 2030’u belirlediği Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri'nden hedef 6.3'ün (kirliliğin azaltılması yoluyla su kalitesinin iyileştirilmesi, kirliliğin ortadan kaldırılması) gerçekleşmesi açısından önemli bir veri kaynağı oluşturuyor.
Günlük yaşamda kullanılan kimyasallar, ilaçlar, kozmetik ürünler ve bunların atık haline geldikten sonraki olası sonuçları aslında en az tartışılan kavramlar arasında. Dünyayı çepeçevre saran teknolojik gelişmelerin heyecanıyla bu ve benzeri pek çok konunun göz ardı edildiği aşikâr. Vicdanımızı kâğıt, metal ve plastiği ayrı çöplere atarak rahatlatabiliriz ama büyük resmi görmedikçe tehlikeleri ancak kapımıza geldiğinde anlayacağız. Tıpkı tarihte olduğu gibi…