Ay'a seyahat

“Dark”ın yaratıcılarının elinden çıkan ve çok ses getiren “1899”, simgesel bir anlatıyla günümüz Avrupası’nın içine düştüğü “çukur”u betimliyor.

Başak Bıçak

Farklı diller, kültürler, inançlar, sınıfsal ayrımlar, çatışmanın yarattığı kaos ve başlangıçta ortak noktaları yokmuş gibi görünen bir grup insan... Mülteci krizi, Avrupa’nın yalnızca siyasal ve sosyal yaşamına etki ediyor gibi görünse de son olarak “1899”da karşılaştığımız temalarla pek çok dizi ve filmde vücut bulan sinemasal çağrışımları da ele geçirmiş görünüyor. 

Eskil Vogt imzalı “The Innocents”, Christian Tafdrup’ın yılın en iyileri arasında giren “Speak No Evil”i ve şimdilerde Netflix’te gösterime giren “1899”... Birbirinden farklı öykülere fakat özdeş izleklere sahip bu yapımlar, yalnızca Avrupa’nın ötekisi olan mülteciler ve mülteci krizinin yarattığı belirsizlik duygusunun akla gelen ilk uzantıları... “Dark”ın yaratıcıları Baran bo Odar ve Jantje Friese çiftinin Netflix’te gösterime giren yeni projeleri “1899”, son yıllarda özellikle Avrupa’nın üzerine çöken “sis”in peşine düşüyor ve yeni bir bulmacayla baş başa bırakıyor izleyenlerini. Tıpkı Dark’ta olduğu gibi kuşkulu bir “çocuk” vakasıyla açılan dizinin öyküsü, 19. yüzyıl sonunda Londra’dan New York’a (başka bir deyişle “Yeni Dünya”ya) yola çıkan Kerberos adlı geminin yolcularının kesişen hayatlarını öyküleştiriyor. Pek çok ulustan insanın yer aldığı, sınıfsal ayrımın, proleter isyanın, göçün yarattığı endişenin her tarafına nüfuz ettiği geminin bilinmezliğe yolculuğu ise birkaç ay önce kaybolduğunu düşündükleri Prometheus isimli gemiden sinyal almalarıyla başlıyor. 

Geminin yön değiştirmesiyle talihsiz Kerberos yolcularının başına gelecekler, bir bakıma geminin “uğursuz” adından da kendisini belli ediyor. Çünkü isim, Yunan mitolojisinde ölülerin bulunduğu yeraltının kapısında bekleyen üç başlı köpek Cerberus’tan geliyor. Bu figür en basit haliyle, ilk bakışta senaryonun sacayaklarını oluşturan üç ana karakter -ki ilerleyen süreçte tümüyle ana karakter halini alacak- tıp okuduğu halde dönemin koşulları gereği çalışamayan Maura Franklin, geminin kaptanı Eyk Larsen ve gizemli Daniel Solace olarak okunabilir. Çünkü yine mitolojiden hareketle devrimci ve isyancı karakteriyle bilinen, “ateşin” Tanrısı Prometheus gemisinde tek başına bulunan bir çocuk ve elindeki prizmanın öyküye eklemlenişiyle senaryonun kırılma noktası da gerçekleşmiş oluyor. Bu andan itibaren zaman mefhumunu önceleyen öykü, paralel evrenler, gizli portallar, zaman yolculuğu ekseninde yolcuların birbiriyle ilişkili geçmişlerini açık etmeye ve dolayısıyla gizem duygusunu beslemeye başlıyor. 

Bu ifşalar, şüphesiz ırksal ve sınıfsal farklılıkların yarattığı anarşinin yanı sıra, yalnız simgesel olarak değil gerçekte de pusulasını kaybetmiş, sisin içerisinde hiçliğe yönelmiş bir geminin sırlarla dolu serüvenini katmerlendiriyor. Ancak bölümler ilerleyip karakterlerin geçmişleri Kerberos-Prometheus döngüsünde derinlik kazandıkça yaratılan gizem aynı oranda kolaycılığa meylediyor. Beyin, bellek, gerçek ve düş, geçmiş ile gelecek senaryonun rotasını tayin ederken çok dillilik/kültürlülük gibi yapılar öyküyü güçlendiriyor ama ne ana karakterin ne de karşısına konumlandırılmış kötü ya da kötülerin öykünün ihtiyaç duyduğu kontrastı yaratabildiğini söylemek zor. Görsel ve işitsel açıdan güçlü, sırlarla dolu bir bulmaca ilk anda seyirci için cazip gibi görünse ve merak duygularına çapa atmayı başarsa da uzun bir öndeyişe dönüşen sekiz bölümlük dizi boyunca öykünün aynı dengeyi korumakta güçlük çektiğini düşünüyorum. Düğümlerle inşa edilen yapay merak duygusunun muadil öykülerin de etkisiyle seyircide yorgunluk oluşturduğunu ve en önemlisi de başvurulan çözümlerin “Dark” beklentisinin gölgesinde kaldığının da altını çizmek gerek. 

Hikayesinin bağlanma haliyle ikinci sezonu müjdeleyen “1899”da, Kerberos yolcularının içine düştükleri mitolojiyle bağıntılı, tüm bir kıta Avrupası’nı simgeleyen “çukur” fazlasıyla etkileyiciydi. Gelgelelim, daha yaratıcı bir sondeyişe ihtiyaç olduğu da muhakkak. 

6.5/10