Atilla Dorsay : 'Yılmaz Güney yaşasaydı direnirdi'
Duayen sinema yazarı Atilla Dorsay ile Yılmaz Güney'i konuştuk. Yıllar içinde onunla sıkı bir dostluk da kuran Dorsay, "Yılmaz yaşasaydı böylesine bir yönetime, bunca haksızlık, adalet ve hukuk çiğnenmesi olayına karşı herhalde sıkı bir direnç gösterirdi" diyor.
Emrah KolukısaAtilla Dorsay bir yandan güncel film eleştirilerine bir yandan da sinema tarihiyle ilgili yayınlarına devam ediyor. Sinemamızı en yakından bilen isimlerden biri olarak geçenlerde yeni, baskısı yapılan kitabı sebebiyle mail ortamında bir araya geldik ve sinemamızın ölümsüz ismini konuştuk. Oyuncu, senarist ve yönetmen olarak sinemamızda az bulunur bir portre çizen, her daim solcu, her daim muhalif çizgisiyle benzersiz bir yere, özel bir duruşa sahip Yılmaz Güney hapisten kaçarak yerleştiği Fransa'da 1984 yılında henüz 47 yaşında hayata veda etmişti. Güney ile hapisteyken de bir çok kez görüşen Atilla Dorsay onu ve sinemasını her yönüyle ele alan kitabında dönemin gazete haberlerine ve Güney hakkında yazılan kimi yorumlara da yer vermiş.
- Yılmaz Güney'le olan dostluğunuzdan başlayalım istiyorum. Nasıl tanıştınız ilk ve hayatınızın hangi anlarında onunla hangi özel şeyleri paylaştınız?
Anılarımda anlatmışımdır. Genelde siyaset-dışı geçen gençlik yaşamımdan sonra 1966’dan itibaren Cumhuriyet’te yazmam, Sinematek kurumu, başındaki Onat Kutlar ve çevresinde toplanıp sol ideolojiyle yakınlaşmam süreci içinde Yılmaz Güney’le de tanıştım. Türk filmleri üzerine yazmam ise onun Umut filmiyle başladı: tam 1970 yılında... Sonrasında sol düşüncenin dışında gerçek bir dostluk da bizi bağladı ve yıllar boyu sürdü; onun zirveyle uçurum, mutlulukla çöküş, özgürlükle hapis arasında gidip gelen yaşamı içinde...Ve benim açımdan hiç bitmedi. Ölümünden sonra bile...
- Türkiye'de toplumcu sinema denince neredeyse 50 yılı aşkın bir süredir aşılamamış bir isim Yılmaz Güney. Bunun nedeni Güney'in büyüklüğü mü sizce, yoksa sinemamızın hal-i pür melali mi?
Yılmaz özgün, yetenekli, yaratıcı, ama çok talihsiz bir isim oldu. Sinemamızın hal-i pür melali apayrı bir konu. Ama o çok özel biriydi. Solculuk ya da komünizm anlayışı bile kendine özgüydü: bu ideolojiyi en iyi uygulayan ülkenin Arnavutluk olduğuna inanacak kadar...Onun insanlık yanı bence en ilginç yanıdır. Ben bu yanını gördüm ve onu en çok bunun için sevdim.
- Kitabınızın ön sözünde sinema okulundaki öğrencilerin hiç Yılmaz Güney filmi izlemediklerini ve size "Bir kasetini bulamaz mıyız?" diye sorduklarını yazmışsınız. Ön sözün tarihi 1987. Bugün artık kaset diye bir mefhum kalmadı belki ama internet ve yeni teknolojiler sağ olsun Yılmaz Güney'in filmlerine ulaşmak daha kolaylaştı. Yine de yeni kuşakların Yılmaz Güney'i yeterince tanıdığını düşünüyor musunuz?
Tam bilemiyorum. Ama ona karşı ilgi sürüyor, hep ve hala sürüyor. Kitaplar yazılıyor, sorular soruluyor, hayatı üzerine film projeleri tasarlanıyor. Ve bu daha uzun zaman böyle gider.
- Çok erken kaybettik Yılmaz Güney'i. Biraz farazi bir soru olacak ama, yaşasaydı ve Türkiye'ye dönmüş olsaydı nasıl bir duruş sergilerdi? Bunu özellikle de bugünkü iktidar karşısında hiç beklemediğimiz tutumlar sergileyen sanatçılar gördüğümüz için soruyorum. Sizce ne yapıyor olurdu, sık sık içeri girer miydi yine?
Herhalde... Böylesine bir yönetime, bunca haksızlık, adalet ve hukuk çiğnenmesi olayına karşı, herhalde sıkı bir direnç gösterir, bunu en çok sanatına ve filmlerine, ama belki siyasal örgütlenmelere de katılarak pratiğe dökerdi. Ama doğrusu günümüzde sanatçılarımızın hepsinin değilse de büyük çoğunluğunun da benzer bir direnci gösterdiklerine, koşut bir mücadele içinde olduklarına inanıyorum.
- İkinci bir cilt daha geleceğini yazıyorsunuz kitabın ön sözünde... Neler olacak o ikinci ciltte?
Bu cilt kabaca 2000 yılına dek geldi. Ama sonrasında da o unutulmadı. Kimi zaman birden gündeme gelişi saldırılar biçiminde oldu. Ki ben bunlardan en ağırına katılmış ve azgın bir sürünün (onlara ancak böyle diyebiliyorum!) ağır suçlamalarına karşın onu savunmaya çalışmıştım. O zamanlar yazdığım gazetede buna çok zor imkan bulduğum halde...Bazen da özellikle genç kuşaklardan gelen merak, ilgi ve sevgi aura’sı (halesi) içinde...O cildi çıkarabilirsek, tüm bunlar olacak. Ve bir efsane bütünlenecek.
YILMAZ’DA MAÇOLUK VARDI
- Yılmaz Güney'in özel hayatında kadınlara karşı davranışları sık sık eleştiri konusu oluyor. Siz nasıl bakıyorsunuz bu meseleye, maço tavırları sizi de rahatsız ediyor muydu o yıllarda?
Maçoluk Türk erkeğininm kanına işlemiştir desem...Çok kişiyi kızdırır mıyım? Onda da bir ölçüde vardı herhalde...Ama kitabımızın kapağına seçip aldığımız şu deyime bakar mısınız: “Hayat bize mutlu olma şansı vermedi sevgili”. Sevgili Fatoş’una bunu söyleyen biri sonunda ne kadar maço olabilir ki?
HANGİ YILMAZ GÜNEY?
- Hangisini daha kıymetli görürsünüz; yönetmen Yılmaz Güney'i mi, senarist Yılmaz Güney'i mi, yoksa oyuncu (star) Yılmaz Güney'i mi?
Bu da zor bir soru. Hepsi öylesine iç içe geçmiş ki...Oyunculuğu ilk başlarda en önemlisiydi. Hangi ülkede ‘çirkin kral’, ‘çirkin kraliçe’ gibi deyimler ve kişiler var? Sonra yönetmenliği önem kazandı. Seyyit Han’dan Ağıt, Acı, Arkadaş gibi. birçok filme... Ama hapis dönemi başlayıp uzun yıllarını içeride geçirdiğinde, senaryo yazarı yanı ön plana çıktı. Ve en önemli filmleri olan Sürü, Düşman, Yol bunun kanıtı oldu. Çünkü hapislerdeki boş zamanında yazılmış, çok daha özenli, dopdolu, yaşamsal şeyler ve bunları olabilecek en iyi biçimde kağıda dökme çabası vardı, bu filmlerde...Ve efsanesi, ‘içeriden film yöneten adam’ deyişiyle birlikte böylece doğdu ve gelişti.