Ataerkil düzene pembe bir başkaldırı: Barbie
Amerikan rüyasının yüzde 0'lardan beri dünyaya yayılan “umutsuz ev kadını” tiplemesinin mihenk taşı Barbie artık kendi imajını alaşağı eden ve çevresine örülü “pembe” duvarı yıkan bir feminist. Hem de “pembe”sini kadın hareketinin “yeni mor”u yapacak kadar...
Başak BıçakEkrana düşen bir gün doğumu, taşların arasında ellerinde oyuncak bebekleriyle oynayan kız çocukları... Ansızın tam ortada, tüm “kusursuzluğuyla bir Tanrı gibi” beliren “monolit” Barbie ve o ünlü “kemik” gibi havada savrulan bebekler...
Stanley Kubrick’in, sinema tarihinin en önemli açılış sahnelerinden birine imza attığı ve evrenin başlangıcını, Tanrı arayışını sembolize ettiği meşhur sekansı Barbie’nin incelikli bir zekayla kurgulanmış girizgâhına yalnızca esin olmakla kalmıyor aynı zamanda onu anlamlı kılıyor. Nasıl ki “2001: Bir Uzay Macerası”nda monolit ortaya çıktığı andan itibaren büyük bir kırılma yaşandıysa toplumun kusursuz bir görünümle bir Tanrıça gibi olmasını beklediği kadın imgesinin tezahürü Barbie doğduğunda da kapitalist sistemin dayatmaları tümüyle dönüşüme uğradı. Ruth Handler’ın kızı Barbara’dan esin alarak tasarladığı ve “her şey olabilen” ve her formda kusursuzluğu simgeleyen Barbie’yle birlikte kız çocuklarına satılmaya başlanan bu “pembe rüya” filmde anlatıldığı gibi yıllar boyunca feminizmi geriye götürebilecek kadar etkili bir patriarkal maşa olmayı sürdürdü, ta ki Greta Gerwig’e dek... Ustalıklı bir öyküyle önce Barbie’nin yarattığı dünyaya savaş açan Gerwig ardından da Barbie imajını yaratanlara saldırarak filminde büyük bir isyan başlatıyor.
PEMBE RÜYADAN FEMİNİZME
Gerçekten de karşınızda erkeklerin yönettiği bir dünyaya, ataerkil tahakküme, kadını düzenli olarak kalıplara sıkıştırmaya çalışan düşünceye, çocukluğumuzdan beri bize yüklenen rollere karşı savaşmaya en önce kendi kalıplarına hücum ederek başlayan bir Barbie filmi var. Çünkü Barbie’nin Tanrıça gibi yaşadığı dünyasında “ölümlü olmaya” başladığını gösteren ilk belirti, o klişe ayak formunun “bozulmasıyla” ortaya çıkıyor. Barbie’nin topuklu ayakkabılarla uyumlu ayaklarına ve “selülitsiz” bacaklarına karşı çıkan bu fikir aynı zamanda filmin kadınlar için üretilen ve “nasıl olmaları” gerektiğini belirleyen basmakalıplara kaldırdığı isyan bayrağının da ilk işareti... Zayıf olmamız, güzel olmamız, ince uzun bacaklı veya şimdilerdeki gibi geniş kalçalı olmamız, mümkünse anne olmamız ama ondan daha çok eş ya da sevgili olmamız, yüzümüzün estetik bakımdan “geçerli” ölçülere sahip olması, evde harika bir ev kadını, işyerinde itaatkâr bir “çalışan” olmamız, korunmaya muhtaç, ürkek, korkak ve en korkuncu, beynimizi kullanmaya yeltenmememize yönelik yığınla kural... İşte tam da bu nedenle kadınların dünyayı yönettiği Barbieland’den çıkmak zorunda kalan Barbie’nin, erkek egemen düzenle tanıştığı “gerçek” dünyada hissettiği ilk duygu -doğal olarak- korku oluyor, tıpkı Ken’in -doğası gereği- ataerkilliğe âşık olması gibi...
Barbie, Gerwig’in mizah sosuna bulanmış ellerinde kadın hareketinin karşısında konumlanan bir imajı kadın hareketinin bir parçası haline getirirken savaş açtığı dünyaya pek merhametli davranmıyor. Erkek egemen düzenden intikamını yer yer acımasızca, çoğunlukla dalga geçen bir tavırla erkeklerin kendi silahlarını kullanarak alıyor ve modern çağın klişeleri karşısında kadın hareketini yüceltiyor. Öyle ki Margot Robbie’nin güzelliği ve Ryan Gosling’in kaslarını gölgede bırakan bir film yapıyor Gerwig. Barbie’nin “pembe”sini kadın hareketinin “yeni mor”u haline getirmeye ant içmiş bir devrimci bir öyküyle...
Puanım: 8.5