Asıl patron kim?
Mikroorganizmaların bedenimiz için önemi her yeni keşifle biraz daha artıyor.
Ömür Tanyelİtalyan hekim Girolamo Fracastoro 1546 yılında “mikrop teorisi”ni ortaya attığı zaman gözle görülemeyen canlılar hastalık etkeni olarak ilk kez tanımlanmış oluyordu. Yüzyıllar geçtikçe bedenimize girmek için uygun fırsatı bekleyen, girdiği zaman da bünyeyi perişan eden bu organizmaları keşfetmek ve altetmek için çabalar çoğaldı.
19. yüzyılda insan sağlığına bütüncül bir yaklaşım benimsenmeye başlamıştı. Özellikle sindirim sistemine önem verildi. Çünkü olumlu duyguları uyandırma işinden buradan çıkan sinir uçlarının sorumlu olduğu düşünülüyordu. Öte yandan sağlıksız beslenme olumsuz duygulara yol açarak zararlı sonuçlar doğurabiliyordu. Kalp olumlu duygularla, mideyse olumsuz duygularla ilişkilendirilmişti. Bir tiksinti veya endişe belirtisi olarak kusma bu bağlantının bir kanıtı olarak gösteriliyordu.
Yüzyılın sonlarına doğru ise bağırsaklarda bazı bakterilerin olabileceği düşünülmeye başlandı. Bunu getiren kavram ise “oto-zehirlenme” yani kendi kendine zehirlenme teorisiyidi. Gıdalar bedende fazla kalınca çürüyor ve mikrop üretiyorlardı.
Günümüzde moda olan sağlıklı gıdalar konusunda söylemler ise ilk kez ön plana çıkmıştı. Öncülüğünü yapan isimse liberal teoloji akımının savunucu olan ve hayatının büyük kısmını öjeni (insan ırkının ıslahı) kavramına adamış bir isimdi. Kurutulmuş mısır gevreğini ortaya çıkararak önce Amerika’nın sonra tüm dünyanın kahvaltı geleneğini değiştiren bu kişi John Harvey Kellog’du.
İKİNCİ BEYNİN DOĞUŞU
Mikroskobun keşfiyle devir de değişiyordu. Hastalık nedeni mikroorganizmalar bakteri, virüs, mantar gibi farklı türlerde tanımlanarak sınıflandırılmaya başlandı. Ülser hastalığından bir mikroorganizmanın sorumlu olduğunun 1980’lerde keşfiyle iç organlar daha dikkatli değerlendirilmeye başladı. Ülsere yol açan bakteri gibi zarar verici olmasa bile pek çok mikroorganizma bağırsaklarımızda bulunuyordu.
Derimizde de farklı türde pek çoğu bizimle beraberdi. Ancak en dikkat çekeni sindirim sistemimizdi. 1992 yılında Bocci, sindirim sistemi mikrobiyotasının yani floranın önemini ve rolünü tanımlamak için “ihmal edilmiş insan organı” terimini ortaya attı. Evet, burada ayrı bir yaşam dönüyordu. 1998'de Michael Gershon, “İkinci Beyin” adlı popüler bir bilim kitabı ile hem yıllarca dillere pelesenk olacak bir terimi ilk kez kullanıyor hem de buradaki mikroorganizmaların sırf sindirim sistemini değil tüm yaşamı nasıl yönlendirdiğinden söz ediyordu.
"Mikrobiyom" terimi ise 2001 yılında Amerikalı Nobel ödüllü mikrobiyolog Joshua Ledeberg tarafından ilk kez ortaya koyuldu. Araştırmalar şaşırtıcı bulguları beraberinde getiriyordu. Yetişkin insan bedeni, insan hücrelerinden 10 kat fazla mikrobiyal hücre içermekteydi ve bu mikrobiyota büyük ölçüde sindirim sistemindeydi. Bu durum “Mikroorganizmalar mı bizim üstümüzde yaşıyor yoksa bizim hücrelerimiz mi onların arasına yerleşmiş?” gibi felsefi ve ilmi tartışmayı getirdi. Mikroorganizmaların bedene bu şekilde yerleşimine “kolonizasyon” adı verildi. İlgi çekici olan ise bunların çoğunun sistemimizin sağlıklı devam etmesi için kilit rolü olmalarıydı. Tipik örnek ise doğarken steril olan bir bebeğin kolonize olmasının önemiydi.
Anne vajinası da mikrobiyoma sahiptir. Sezaryenle doğan bebeklerde obezite, astım, alerji ve bağışıklık yetersizlikleri riskinde görülen artış vajina florası ile bebeğin etkileşmemesine bağlanıyordu. 2000’lerin başında dönemin modasıyla bebeklerini kimseye öptürmeyen, dokundurtmayan, izin verdikleri kişileri el yıkama ve sterilizasyon küründen geçirmeden bebeğin yanına yanaştırmayan anneler, bir habitat oluşumunun önüne geçtiklerinin farkında değillerdi.
Mikrobiyota yaşla ve çevre koşulları ile değişime uğrar. Batılı toplumların florasının antibiyotiklere, gıdalara ve iklim koşullarına göre doğu toplumlarından farklar gösterdiği ortaya kondu. Ancak aynı toplumdaki iki kişinin bile florası mikroorganiza türü ve sayısı açısından farklılık gösteriyor. Buna karşın floranın özellikle de ailemizle belli süre sonra benzer yapıya bürünmesi mikrobiyom işlev bozukluğu ile ilişkilendirilebilecek tip 2 diyabet, obezite, bilişsel bozukluklar riskinde olumlu ya da olumsuz değişimlere yol açıyor.
Bedenimize sırf bizle yaşamakla kalmayıp vitamin ve mineral gibi bazı maddeleri üreten ve işleyen, istenmeyen mikroorganizmalara karşı savaşarak onların bizi hasta etmesini önlemek gibi pek çok işlevi olan bu yaşam topluluğu ile ilgili bilgilerimiz halen emekleme aşamasında. Floramızı geliştiren prebiyotik ve probiyotik gibi gıda ve takviyelere bilimsel bakış ise yarattıkları ticari heyecan nedeniyle bir parça örselenmiştir. Mikrobiyomunuz mu sizi, siz mi onu yönetiyorsunuz tartışması sürerken eskilerin dediği gibi “Bu pilav daha çok su kaldırır.”
KAYNAKÇA
Singh S. J Lab Physicians. 2015 Jul-Dec; 7(2): 73–74.
Dominguez-Bello B. Nat Med. 2016 Mar; 22(3): 250–253.