Asgard’da Aşk Başkadır: Thor Love And Thunder
Ragnarok’la gösterişli bir geri dönüş yapan Thor bu kez bir melodramın içinde kaybolmuş görünüyor.
Başak BıçakMarvel sinematik evreninin gösterişli İskandinav Tanrısı Thor, 2017’de “yenilenen” anlatısıyla bir kez daha kendi öyküsünün başrolünde. Ancak Taika Waititi’nin Thor: Ragnarok’ta karakterin çarklarına yağ süren dokunuşu, “Thor: Love and Thunder”da (Thor: Aşk ve Gök Gürültüsü) düzeni “yalnızca” işler hale getirmiş.
“Aşk, ölüm, fedakârlık, intikam, inanç... Hepsi bir filmde!” Bu slogan, ilk bakışta tüm duyguları size aynı anda yaşatmaya çalışan bir Yeşilçam öyküsü izlenimi yaratsa da durum pek öyle değil. Çizgi roman dünyasının devi Marvel’ın sinemasal yolculuğunun son halkası “Thor: Love and Thunder”, Ragnarok’la konuya yeni bir soluk getiren Waititi’nin ellerinde bir garip klişeler yumağına dönüşüyor ve sadece yolunu kaybetmiş bir öykü olmakla kalmıyor; öncülüyle başlattığı yenilenmeyi de yerle yeksan ediyor. Öyle ki girizgahında bir “Tanrı Kasabı” olarak kurguladığı yeni kötüsü Gorr’u (Christian Bale) tanıttıktan sonra gülünç olmaktan uzak bir planda, Thor’un motor kullanan uzaylı baykuşlarla savaştığı ve bir parça politik sos tadı veren tapınak sekansıyla anlatısını şekillendirmeye başlıyor. Ragnarok’la giderek insanileşen, kilo alan, kaybeden, bunalıma giren “Gök Gürültüsü Tanrısı” nın, varoluş sıkıntısı yaşayan bir “rock star” gibi halkı selamlamasının peşi sıra Voldemort “kılıklı” Gorr’un güdüsünü ve dolayısıyla Thor’un yeni görevini öğreniyoruz: Asgard halkının rehin alınan çocuklarını kurtarmak...
Evet, “Thor: Love and Thunder” Marvel’ın genetiğiyle oynanmış son filmlerinin aksine, asıl “tüketicisinin” çocuklar olduğunu hatırlayan ve öyküsünü buna göre kurgulayan bir yapım. Karşımızda ne korku sularının derinliklerine dalarak türü zenginleştiren “Doctor Strange In The Multiverse of Madness” ne de “Spider Man: No Way Hom”e gibi tüm serileri kapsamayı başaran bir harika var. Şüphesiz vitrininde yetişkinler için tasarlanmış Thor’un eski aşkı, şimdilerde Mighty Thor olarak izlediğimiz yeni süper kahraman sevgilisi Jane Foster’la (Natalie Portman) eklemlenen şık bir peri masalı paketi mevcut. Hatta Olympos’a giderek Tanrılardan yardım istedikleri sahnede, Russell Crowe’un sert Yunan aksanıyla canlandırdığı Zeus’la seyir zevkinin arttırıldığını söylemek mümkün. Fakat bütününde, Waititi’nin Thor gibi genişlemeye fazlasıyla hazır bir öyküyle ne yapacağını bilemediğini hem yaratılan kötünün Christian Bale’in çabasına karşın inandırıcılıktan uzak olmasından hem de Ragnarok’ta yakalanan mizah düzeyine bile erişilememesinden tahmin etmek zor değil. Ragnarok’un kendisini ciddiye almaktan uzak tavrı ve Thor kişiliğine getirdiği yorum, filmin ve doğal olarak anlatının izlenirliğini katmerlendirmişti. Love and Thunder ise selefinin baskın mirası altında ezilerek eğlence kisvesi altında belli belirsiz bir özgüven yükleniyor. Ve bu inanç, finale doğru geleneksel Marvel yöntemleriyle birleştiğinde Love and Thunder’ı büyük bir felakete sürükleyen romantik komedi yolunun taşlarını birer birer döşeyen bir hata haline geliyor.
Şu bir gerçek ki Guns N’ Roses’dan, Led Zeppelin’e, nefis bir seçkiyle gösterisini süsleyen Waititi’nin, Love and Thunder’ı -her şeye karşın- seyredilir kıldığını itiraf etmeliyim. Bunda Chris Hemsworth’ün karakterinin her yeni budağını kolaylıkla özümseyen tavrının katkısı ve CGI efektlerle kurgulanan evrenin gösterişli doğasının etkisi büyük. Fakat yine de merak etmekten kendimi alıkoyamıyorum: Thor’un gerçekten böyle bir melodrama gereksinimi var mıydı?
Puanım: 5/10
Başak Bıçak – basakbicak@gmail.com