Araba Sevdası: Drive My Car

Japon yönetmen Ryûsuke Hamaguchi’nin filmi arabasıyla kurduğu ilişki üzerinden Oto’nun hikayesine odaklanıyor.

Başak Bıçak

Başlık sizi yanıltmasın. Recaizade Mahmud Ekrem’in meşhur eserinin bir uyarlaması yok karşımızda. Üstelik hikayelerin kültürel bakımdan birbiriyle bağlantısı söz konusu dahi değil. Ancak her ikisinde de simgesel olarak eski bir arabaya duyulan bir sevda var ve bu sevgi, Araba Sevdası’nın özünü oluşturduğu gibi, Haruki Murakami’nin kısa bir öyküsünden uyarlanan Drive My Car’ın da bedenine can veriyor. 

Japon yönetmen Ryûsuke Hamaguchi, Haruki Murakami’nin ‘Erkeksiz Kadınlar’ isimli öyküsünden yola çıkıyor ve sinema tarihine mütevazı bir şaheser armağan ediyor. Hamaguchi, yazarın mesafeli ve yalnız karakterleri ile Çehov’un kırılgan Vanya Dayı’sını bütünleyen bu zarif eseri duru bir üslupla filmleştiriyor. Ve bu edebi biçemin ilk yansımasını, girizgahında izlediğimiz bir planla resmediyor. Günbatımında açılan Drive My Car, kadrajına sevişme sonrası hikâye anlatmayı ritüel haline getirmiş Oto (Reika Kirishima) ile kocası Yusuke’yi (Hidetoshi Nishijima) alıyor. Oto, gizlice sevgilisinin evine giren genç bir kızın öyküsünden bahsettiği sırada, ikilinin sanata ve birbirlerine duydukları tutkunun gördüğümüzden daha fazlası olduğunu hissediyoruz. Nitekim girizgahın peşi sıra izlediğimiz ve arabanın içinde oldukları sahnelerde, birbirlerini çok sevdiklerini söylüyorlar ama Yusuke bununla sınırlı kalmıyor ve ekliyor: “Seni çok seviyorum ama araba kullanmana dayanamıyorum.”



Bu cümle, ana karakterimiz Yusuke’nin arabasına duyduğu bağlılığın ilk işaretini simgelerken, yıllar önce bir kayıp yaşamış bu çiftin yaşamını yeni bir trajediyle katmerlendirdikten sonra anlam kazanıyor. Oto’yu kaybeden Yusuke, iki yıl sonra hayatından geriye kalanları bir araya getirebilmek için Hiroşima’daki bir sanat festivalinin teklifini kabul ediyor ve çok dilli bir tiyatro oyununu perdelemek üzere yeni bir yolculuğa çıkıyor. Ancak bu yolculuk, salt bir yenilenme ve hayata devam etme durumunun ötesine geçerek, hikâyenin ve filmin sembollerini açığa çıkaran mihenk taşına dönüşüyor. Hiroşima’da güvenlik gereği kendisine atanan şoförle birlikte Yusuke’nin eski model arabasıyla olan bağlarının asıl nedenini öğreniyor ve bir bakıma Drive My Car’ın karanlık dehlizlerine davet ediliyoruz. Çünkü araba kullanırken mütemadiyen Oto’nun kaydettiği tiyatro oyunlarıyla repliklerine çalışan Yusuke, bu yolla kendisini bir hayalet gibi takip eden geçmişe sığınıyor ve üzerinde asılı kalmış kederiyle yüzleşmekten kaçıyor. Bu maskeleme, benzer bir nedenle araba sürmeyi seven ve tıpkı Yusuke gibi travmatik bir hadiseden ötürü Hiroşima’ya gelmiş şoför Misaki’nin (Tôko Miura) sessizce kendisini kabul ettirmesiyle son buluyor. Aralarındaki ilişki ve paylaşım, karakterlerine ıstıraplarını dindirmeleri için zaman tanıyan kameranın yardımıyla artıyor; araba bir itiraf merkezine, Yusuke ve Misaki ise kader ortaklarına dönüşüyor. Birlikte yol alıyor, yol aldıkça affediyor, affettikçe özgürleşiyorlar. 

Hiroşima’nın sokaklarında, otobanlarında seyreden kırmızı bir arabanın içinde büyüyen bu paylaşımın gözeneklerini dolduran ve ‘Çehov’un silahı’ görevi üstlenen kontrast karakteri ise yine Yusuke’nin geçmişinden hortlayıp gelen biriyle oluyor. Yönettiği oyunda Vanya Dayı’yı oynayan Koji (Masaki Okada) ve Yusuke’nin gizli çatışmaları, zamanla hayal kırıklığına uğramış Vanya’nın kendisi haline gelen Yusuke ile annesiyle problemli Misaki’nin bağlarını filizlendiriyor. Ve nihayetinde patlayan silahın yankıları, karlarla kaplı bir ‘arınma gününde’ iki karakterin sessizliğini bozuyor. Oto’nun kasetten duyulan sesi arabanın ve dolayısıyla geçmişin sesine dönüşürken, Koji’nin yarattığı kırılma iki karakterin kendilerini keşif yolculuklarının varış noktasını belirliyor.  Çok dilli deneysel bir tiyatro oyununu yöneten Yusuke ve şoförü Misaki’nin bu sıra dışı ortaklıkları, insanların birbirlerini anlamak için dilden çok daha fazlasına ihtiyaç olduğuna çağrışım yaparken, birbirlerinden farklı hayatlar yaşayanların ortak hayatlar sürdürebileceğini de hüzünlü bir finalle hatırlatıyor. 



Yönetmen Hamaguchi, Murakami’nin aşka, ilişkilere, sanata, ölüme, hayal kırıklıklarına dair sözcüklerini filmine zarafetle dokuyor. Her bir temayı ihtiyatlı bir biçimde işleyerek ortaya buğulu bir fotoğraf bırakıyor. Bazı anlarda bilinçli olarak tercih edilen teatral tavır, böylesine vurucu bir filmin duygusunu bir parça zedelese de filmin bütününe sirayet ettiğini söylemek zor. Çünkü Drive My Car, bu performanslardan çok daha fazlası. Bir arabaya, bir tiyatro oyununa, bir kişiye duyulan sevginin; geçmişe beslenen öfkenin, geleceğe yönelik umudun öyküsü...  Mahzun, dokunaklı ve tümüyle gerçek. 

Başak Bıçak – basakbicak@gmail.com

Puanım: 8.5/10