Annem hakkında her şey: Beau is Afraid
Ari Aster’in yeni filmi Beau İs Afraid (Korkuyorum), Freud’u bile dehşete düşürebilecke bir bilinçaltı karabasanı
Başak BıçakAri Aster vitrininin “süslemeleri” belirginleşmeye başladı. Korku/gerilim türünün öğeleriyle yoğrulmuş bir anlatının mayasına yerleştirilmiş bir “kafa”, travmatize edilmiş bir geçmişin sorumlusu kadın karakterler ve ilk filmi Hereditary ile son film Beau is Afraid’de (Korkuyorum) anneler tarafından terörize edilen erkek karakterler...
Açıkçası böyle bakıldığında Ari Aster sinemasının özellikle Beau is Afraid’le birlikte “kadın düşmanlığına” meylettiği düşünülebilir ancak ben kendi adıma Aster’in bu yeni, “Freud imzalı” ucubeler tablosunu tümüyle ödipal sendromla sorunu olan bir yönetmenin tavrı olarak yorumlamak istiyorum. Çünkü her ne kadar sorunun dolambaçlı dehlizlerinde anne, ebeveynlik, cinsellik, anne-çocuk ilişkisi gibi konular yer alsa da finalde, filmin bütününe egemen duygunun girizgahla bağıntılı kadim bir arketip üzerinde temellendirildiğini görmek mümkün oluyor.
Beau is Afaid’in açılış sahnesinde izlediğimiz ve anlamlandırmaya çalıştığımız kargaşa, korku ve endişeyle bezenmiş kaotik doğum sahnesinin ana rahminden çıktıktan sonra yaşamının bütününe sirayet edecek bir duygu karmaşasının yalnızca ilk adımı olduğunu çok geçmeden içine bırakıldığımız kâbus kafesiyle fark ediyoruz. Beau’nun doğumuna tanıklık ettiğimiz o tuhaf anın dimağımızda bıraktığı tat bir sonraki sahnede terapistiyle konuştuğunu gördüğümüz baş karakterimizin kanepeye gömülmüş, kaygılı ve suçlu görünümüyle pekiştiriliyor. Nitekim annesinin aramalarını gördüğümüzde birazdan başlayacak görkemli kaosun “yaratıcı tanrısını” öğreniveriyoruz. Ancak baştan uyarmalıyım: Aster’in bu “kâbus komedisi” basmakalıp bir ödipal sendrom vakası değil. Klostrofobi duygusuyla sizi bir hayli zorlayacak...
GERÇEKLİK SORGULAMASI
Gerçekten de yaratılan ve ana karakterle birlikte içine sıkıştırıldığınız sürreal dünyada, kentin şiddetinden bir banliyö evinin tekinsizliğine, bir orman vahşetinden kötülüğün merkezi evine dek annesine ulaşmak için çıktığı yolda acı ve ıstırapla boğuşan, büyüyen, küçülen bir Beau var karşımızda ve sürekli gerçeklikle ilişkinin sorguladığı halüsinatif bir evrende yaşanıyor tüm olanlar. İlkin Beau’nun terapistinden çıktıktan sonra geldiği virane dairesinin dışında sokakta yaşanan şiddetle Beau’nun annesinden uzakta “korumaya muhtaç bir çocuk” olarak içine düştüğü güvensiz ortamın tezahürüyle karşılaşıyoruz. Serüvenin ikinci ayağı ise “yeni oğullarına” kavuşmuş bir aileyle ortaya çıkan tekinsiz yabancı faktörünün Beau’nun psikoz halini tetiklemesiyle sonuçlanıyor. Dolayısıyla, gerçeklikle bağı zayıflayan karakterimizin travmalarının ana göstergeleri olan “tavan arası” ve “küvet” açığa çıkmaya başlıyor. Anneyle ilişkisinin izlerini sürdüğümüz bu geri dönüş sahnelerinde yalnızca baba, anne, aile, cinsellik gibi genel geçer kavramların Beau’daki köklerine değil aynı zamanda üreme biçimlerine, anneliğin sembollerine, babalığın temsillerine dek uzanan, insanlığı ve toplumları oluşturan bir yığın yapıtaşıyla meselesi olan bir anlatı ve karakterle tanışıyoruz. Nasıl ki küvet ve su imgeleri, simgesel olarak Beau’nun ilk anından son anına dek ana rahmini temsil ediyorsa korku duyulan bir tavan arası simgesi de erkeklik ve babalığa işaret ediyor. Ve tüm bunlar deliliğin hüküm sürdüğü, Beau’nun absürt bir mizahla ve kendini ciddiye almayan bir üslupla kavrulmuş cehenneminde bir bir görünürlük kazanıyor.
Beau is Afraid, kuşkusuz midenizi altüst edecek bir bilinçaltı, anılar, travmalar parodisi olma yolunda ilerlerken üç saatlik süresiyle anlatısında sarkmalara neden olan bir film. Ancak Joaquin Phoenix’in mahcup duruşu, hüzünlü bakışları, dudaklarına yerleşmiş o tuhaf ifadesi ve sizi acımakla tiksinmek arasında kararsız bırakan karakter yorumuyla unutmayacağınız bir karabasana dönüşüyor. Freud’u bile “rahatsız edecek” bir karabasana hem de.
Puanım: 7/10