Altın Portakal notları: Taşradan kente birey

Türk sinemasının zirve buluşmasına Kurak Günler damga vurdu.

Başak Bıçak

Soğuğu iliklerimize kadar hissettiğimiz karla kaplı araziler, birden ortaya çıkan obrukların insan hayatını ‘tehdit’ ettiği çorak topraklar, merhametsizlik, ötekileştirmecilik veya bizden olmayanı yok etmecilik... Bazen Kıbrıs sıcağının altında “umursamazlığın” ödettiği bedeller, bazen kadın olma durumuna tutulmuş bir “ayna”, bazen cinsel yönelimlerin getirdiği “eşitsizliğe” gülmek zorunda kalışımız, bazen de yalnızca bizi “izleyen” bir iguana... Ama hep tanık olduğumuz, görmezden geldiğimiz ya da ortak olduğumuz bir ‘suç’ durumu...

59. kez düzenlenen Altın Portakal, son yılların en politik törenine ve çok konuşulacak jüri kararlarına sahne oldu ancak orada olup, filmleri izleyen herkesin festival boyunca hissettiği duygu yalnız siyasileşmenin çok ötesindeydi: Taşradan kopup gelenler, yıllar boyunca yüreğimizde açılmış devasa yaraları -ya da obrukları- birer birer yüzümüze vururken, hicvin sinemayı ele geçirmeye başladığına tanıklık ettik.

Toplumun her zerresine işlemiş bir ‘sevgisizlik’ kâh karanlık bir gecede, kâh adı bile umut içeren bir filmde karşımıza çıktı. Çünkü “benim yalnız ve güzel ülkemin” insanları nasıl dönüştüyse, sinemanın da öyle evrildiğini ve durum anlatısından uzaklaşarak yüzünü “yeni bir tür” gerçekliğe çevirdiğini gördük.

Peki, bu filmler hangileriydi? Sözgelimi, Onur Ünlü’nün filmografi açısından zayıf bulduğum fakat iş arkadaşının ölümünü bile önemsemeyen bir bireyin temsili bakımından sevdiğim Rear Window esintili Bomboş’tan bahsedebiliriz.

Yine Belmin Söylemez’in farklı kültürlerden gelen şehirli üç kadının ortak yolunu vurgulayan Ayna Ayna’sı, eksik “çatışmasına” rağmen kadının toplumdaki kırılgan konumunu iyi gözlemliyor. Kaan Müjdeci’nin, merakla beklediğim Iguana Tokyo’su kaçırılmış fırsatları göz ardı edilirse, sanal dünyanın yarattığı yeni tip birey olgusunu işleyen distopik dünyasıyla sıra dışı bir yorum barındırıyor.

Aile içi sevgisizlik sorununu ve yarattığı boşluğu, bir apartman asansörü ile Anton Çehov’un Martı’sı üzerinden sembolize eden Ümit Köreken imzalı Bir Umut da yine birey temelli, yalın bir anlatım inşa ediyor. Benzer bir biçimde, sevginin cinsiyetsizliğini yüzümüze kahkahalar eşliğinde vuran LCV, oyuncu performanslarıyla kuir sinemamızın şaheseri olmaya aday bir eser çıkarıyor.

TAŞRA SIKINTISI

Gelelim taşra sıkıntılarına... Selcen Ergun’un birazdan bahsedeceğim iki filmle aynı temayı barındıran Kar ve Ayı’sını, ötekilere nazaran daha “durgun” bulsam da Merve Dizdar’ın filmi güçlendirdiğini söylemeliyim. Diğerleri gibi o da taşraya kentten gelen ve “suç” mefhumuyla yüzleşen birey odaklı bir öykü kurguluyor.

Ancak bu temanın, Özcan Alper imzalı Karanlık Gece ile Kurak Günler’de ayyuka ulaştığını ve parlak bir alegoriyle buluştuğunu görmek sevindirici. Özcan Alper’den yıllardır beklediğimiz canlanmaya işaret eden Karanlık Günler, yönetmenin Sonbahar’dan bu yana en güçlü yapıtına dönüşürken, En İyi Film ödülünü de aldı. Taşranın “ötekileştirilen bireyini” anlatan yapıt, Berkay Ateş ve Cem Yiğit Üzümoğlu’nun performanslarıyla göz kamaştırıcı bir öyküleme ortaya koyuyor.

Ve son olarak dokuz ödülle festivale damgasını vuran, yeni başyapıtımız Kurak Günler... Diğerleriyle uyumlu bir izleğe ve ortak analojiye sahip olmasına rağmen birey-taşra ilişkisi ve hoşgörüsüzlük kavramı üzerine en keskin söylemi Emin Alper geliştiriyor ve görkemli bir film armağan ediyor sinemamıza...

Selahattin Paşalı, gözünüzü alamayacağınız bir yorumla karakterine yaşam verirken, Kurak Günler kişisel listemde bu yılın ilk sırasına yerleşmeyi başarıyor.