Abuk sabuk bir dünya: Sıcak Kafa
Eskiden distopik gelen salgın ve beraberinde getirdiği karantina fikrine artık alıştık, ama Sıcak Kafa bize daha da kötüsü olabileceğini gösteriyor.
Başak BıçakAbuklamak... İlk başta kulağa “abuk” gelen bu ifade, sandığınızdan daha fazla şey ifade ediyor. Bir düşünün; Descartes’ın insan ile hayvan arasındaki farklılığı tanımlayan “konuşma”ya atfettiği önem gibi eğer iletişim, daha doğrusu “anlamlı” bir iletişim olmasaydı dünya nasıl bir yer olurdu? İnsanı insan yapan şey, duygu ve düşüncelerimizi aktarma becerimizse bu bilişsel yeteneğimizi kaybettiğimizde neye dönüşürüz? Ya da bizden geriye ne kalır?
Sıcak Kafa, Afşin Kum’un 2016’da yayımlanan kitabında ortaya koyduğu bu parlak fikirden yola çıkıyor ve insanı, insan yapan “şeyleri” sorgulayan felsefenin en önemli arayışını yeniden gündeme getiriyor. Kulaktan kulağa yayılan semantik bir virüsün insanlığı ele geçirdiği distopik bir dünya kurgulayan Netflix imzalı dizi, öyküsünün odağına da bu virüse karşı bağışıklık geliştiren ana karakteri Murat Siyavuş’u, namı diğer Sıcak Kafa’yı (Osman Sonant) yerleştiriyor. Virüsün kontrolsüzce yayılmasının ardından tüm ülkede sıkıyönetimin ilan edildiği, simsiyah duvarlar arkasına gizlenmiş SMK’nin (Salgınla Mücadele Kurulu) devleti “stormtrooper” vari güçlerle tek yumrukla yönettiği, kentlerin bölgelere ayrıldığı, ARDS virüsüne yakalananların yani halk arasındaki adıyla abuklayanların karantina bölgelerine mahkûm edildiği, temel ihtiyaç maddelerinin bile zorla bulunduğu, insanların tıpkı maske gibi kulaklıklarla gezdiği bir dönem bu... Ve kahramanımız Sıcak Kafa’nın, abuklayamadığı için yalnızlaştığı, deney faresi olmaktan korktuğu için herkesten kaçmaya çalıştığı fakat yürüyüş bandındaki haliyle aslında kaçamadığı bir yolculuk aynı zamanda...
Halihazırda varlığını sürdüren pandemi sebebiyle, gerçek dünyayla kurduğu sayısız analoji bir yana, Sıcak Kafa’nın inandırıcılığını pekiştiren ve anlatısını zenginleştiren asıl unsur bana göre abuklama kavramıyla ilgili örtülü tasavvurunda saklı... Çünkü enfekte olan insanların anlamsızca sarf ettikleri sözler, zombileşmelerine ve bilinçli iletişim kanallarını kaybetmelerine yol açıyor ki bu da “İnsan nedir” sorusunun -yeniden- görünürlük kazanmasına neden oluyor. Dizi boyunca hastalığa yakalananların insan olup olmadığı veya abuksal bir iletişimin var olma ihtimali tartışılırken, devletin ve halkın abuklara yönelik farklı yaklaşımları dizinin özünü açık ediyor; sıklıkla kullandığı beyin imgesi ise somut haliyle sadece sıcak bir kafaya değil, aynı zamanda bizi makine/hayvan olmaktan uzaklaştıran tin’in önemine vurgu yapıyor.
Anlatısını genişlettikçe SMK ile baskı, sivil toplum kuruluşu Artı Bir ile direnişi bir kontrast olarak daha fazla kullanmaya başlayan dizi, bu sırada ana karakterini katmanlandırmaya da özen gösteriyor. Başta fazlasıyla masum bulabileceğimiz Murat, bir kurtuluş ümidi olarak sarıldığı Şule’nin (Hazal Subaşı) yaşamına girişiyle dönüşmeye başlıyor. Belki bu noktada tek kusur, Osman Sonant’ın söz konusu evrim sürecine mimik ya da jestleriyle yeterince katkıda bulunmaması olabilir ancak dizinin bütününde büyük bir gedik olduğunu söylemek zor. Çünkü neredeyse her karakter o kadar incelikli yaratılmış ki hem Anton’a hayat veren Şevket Çoruh’un güçlü yorumu, hem de Özgür Emre Yıldırım’ın ve Haluk Bilginer’in varlıkları dizinin havzasını besliyor.
FAZLA BAKIMLI!
Son olarak, İstanbul’u betimleme haliyle görsel bakımdan organik bir üslup yakalayan Sıcak Kafa’nın yarattığı kaotik evrende karakterlerinin fazla bakımlı oluşu o dokuya leke sürüyor. Elbette Gonca Vuslateri’nin karakteri bilinçli bir yaratım ancak onun dışındaki figürlerin, sınıfsal farklılıkları göstermesi açısından belki bir parça daha kirli, paslı olması atmosfere katkı sağlayabilirdi. Yine de Sıcak Kafa’nın bizi tanıştırdığı abuk kavramıyla bile heyecan verici olduğu bir gerçek. Çünkü hepimiz çok iyi biliyoruz ki abukluk o kadar da distopik değil...
Puanım: 7.5/10