Yası tamamlayabilmek insanı büyütüyor

Katarsis ve Paylaş Benimle programlarının sunucusu Klinik Psikolog Gökhan Çınar ile yeni kitabı “Benim Evim Neresi” kitabı için buluştuk. Çocukluk yaralarımızdan, acıyla baş etme mekanizmalarına ve hayata dair uzun uzun sohbet ettik.

Ebru D. Dedeoğlu

Yaşadığımız hız çağında tüm hislerimizi aldırmazdan gelip sonuç odaklı yaşıyoruz. Bir nevi gittiğimiz yoldan çok vardığımız yolun önemli olduğu bir çağ. Ulaşmak istediğimiz yol da hep aynı: Mutlu olmak. Hissetmeyi, özümsemeyi nerede bıraktık? Hisssetmeyi hissetmiyor muyuz artık?

Özellikle “Hissetmemenin Hissi” adlı yazımda anlatmaya çalıştım. Bence bu kadar mutlu olmakla meşgul olmamızın altında, çok temelde yaşadığımız mutsuzluklar ya da bu mutsuzluklardan biran önce kaçınma çabamız var. Çünkü mutluluğun bu kadar hayatın hedefi olduğu bir hayat düzeninde, attığımız her adımda, daha fazla mutsuzluğu yaşıyoruz. Günümüzde mutlu olmak bir kaygıya dönüşmeye başladı. Sadece mutlu olarak bu hayat geçmez hatta mutluluk bir hedefe dönüştüğü zaman insanı sistemli bir şekilde mutsuz eder. O yüzden de insanı insan yapan başka duygularla ilgili hep anlatmak istediğim dertlerim var. İnsan utanır ve değer yargılarını oluşturur. İnsan korkar kendisini ve hayatını korur. İnsan öfkelenir ve sınırlarını belirler hayatının içinde. İnsan üzülür ve psikolojik olarak büyür. Bu duyguların varlığını reddedip de mutlu olmakla bu kadar meşgul olmak çok büyük bir yanılgı.

Peki o zaman mutluluk nedir?

Benim için mutluluk an’da. Bir an’ın içerisinde. İnsan kendisini daha huzurlu kılmak, daha doyumlu hale getirebilmek ve kendini gerçekleştirebilmek yolunda elbet ilerler. Ama doyumlu ve huzurlu olduğumuz her an mutlu olacağız diye bir şey yok. O yüzden de mutluluk hayatın içerisindeki küçük anlarda saklı. Öyle büyük hedeflerde, paralarda ya da başarılarda mı? Emin değilim.

İnsan için aidiyet önemli mi? Gerekli mi? Aidiyet’in olmadığı nokta huzursuz bir ruh hali midir? Gerçekten insanın evi neresi?

Evet önemli. Çünkü aidiyet insanın en temel ihtiyaçlarından biri. Bu hayatın içinde burası benim evim ya da kendimi buranın bir parçası gibi hissediyorum diyebilmek önemli. Aidiyetle alakalı olarak bütün inançlarımızı erken çocuklukta oluşturuyoruz. Bu erken çocuklukta, aidiyet oluşmazsa hayat boyunca ait hissedemeyiz anlamına gelmiyor. Ancak çok temel aidiyetimizi kaybettiysek, kendimizi güvende hissetmiyorsak hayat boyu aidiyeti bulma çatışmamız daha kuvvetli olur. Ama aidiyetten kastım illa herkes yaşadığı hayat içinde belirlenmiş evlerin bir parçasıdır demek de istemiyorum. Kimilerinin aidiyeti dağdır, taştır, topraktır, gökyüzüdür, sevdiği insanının yanıdır. Temel olarak ait hissettiğimiz yer “benim, varım, güvendeyim” dediğiniz yer ise ve hepimiz için bunun tanımları değişse bile özü aynıysa aidiyet duygusu çok önemlidir.

Sizin ait olduğunuz ya da aidiyet hissettiğiniz yer neresi?

(Gülüyor) Kitapta, “Benim evim benmişim” dedim. Çünkü kendi hayatımda bugüne kadar tüm yolculuğuma baktığımda “burada mı daha iyiyim, bu meslekte mi daha kendimim” diye koştururken bütün bunlardan bir süre uzaklaşıp “benim evim benmişim” dedim. Bu konuda ben de kitabımın kahramanı Umut da fazlaca yorgunuz. Benim evim benmişim demek; hiç kendine bakmadan, hep diğerlerinin yüzlerinde kendini araman, sevilmekle, alkışlanmakla, onaylanmakla, değer görmekle çok fazla kafa yorduğun bu hayatta eğer kendine bunları veremiyorsan başkasından da alamayacağın anlamına geliyor. Kendine ait bir ev bulamıyorsan kendi içinde hangi eve girersen gir kendini yabancı hissediyorsun.

Her insanın hayatında bir dram yatıyor. Travmatik yaralarımızla, acılarımızla yüzleşmek için önce kabul edip, doya doya yaşamamız sonra da vedalaşmamız mı gerekir? Bu dramlarla nasıl baş edip hayata devam edeceğiz?

Yaşayarak. Bu yaşamak sadece “acını yaşa” gibi temel bir söylem değil. İnsan; huzursuzluk hissi, olmamışlık hali, benim hayatımda bir şey eksik ya da hayatım ile ilgili neyi görmezden geliyorum, neyi kapatmak için koşturup duruyorum, hangi eksikliğimle uğraşmak için mükemmel olmaya çalışıyorum” gibi sorularla beraber önce duyumsar, sonra “evet ben bunu yapıyorum, çocukluğumda yoktu, büyürken bunu reddettim” dedikten sonra fark eder. Sonra da hayatın içinde bunları ele alır ve dönüştürmek için planlar yapar, ilişkisel ya da profesyonel destek alır. Yeniden yola çıkar. Travma dediğimiz şey irili ufaklı, hepimizin hayatında az ya da çok mevcut. Hepimiz bu dünyaya seçmeden gelmiş insanlarız. Anne babamızın hem genetik hem de deneyimsel aktarımlarıyla beraber hayatın çok temel dönemlerinde bir şeyler yaşadık. Büyük travmalar dışında bazen değersizleştirildik, bazen görmezden gelinip yok sayıldık, zorbalık gördük, başkalarıyla kıyaslandık yani bütün bu duyguları yüklendik. Ve o yüklendiklerimizle dönüşüyoruz. Ben şöyle bir yerde duruyorum: Bizim nelerle yüklendiğimizi fark etmemiz, onlarla yüzleşip, acısını çekip hafiflemek üzere bir dünya mevcut. Ne zaman derseniz? Sadece “ hazır olduğumuzda!!!” diyebilirim. Unutmamak gerekir ki; Her an herkes kendi hayatıyla ilgili her şeyin üzerine gitmeye hazır değil. Bazı yükleri de kabul edip kendi haline bırakacağız.

Yalom'a göre ölümü inkar etmek bizim mutluluk anlayışımızı baltalar. Hayatın gerçek anlamı en korktuğumuz şeyle, ölümle yüzleşmekte yatar. Ölümden korkmamayı başarırsak hayatı daha anlamlı yaşayabilir miyiz?

Ölüm korkusunun ötesinde insanın varlığında ölüm enerjisi var. Ölümle eş anlamlı olabilecek, ölümün provaları gibi yaşanabilecek deneyimler var. Ayrılıklar, kayıplar gibi. Bir ölüm iç güdüsü var hayatın içinde. O yüzden de ölümü reddetmek hayatı anlamlı kılmaz. Hiç ölmeyecek gibi yaşamak da hayatı anlamlı kılmaz. Şunu düşünmek daha anlamlı kılar: Bir gün somut varlığımla bu dünyadan gideceğim ve dünyanın içinde bir sürü an biriktirdim. Amacım biriktirip toplamak değil. Anları yaşıyorum. Bitebilir. Ve bu bitimli hayatın içinde, hangi deneyimlerden haz alıyorum, huzur duyuyorum ya da hangi acıları çektim ve büyüyorum. Bütün bu sorgulamaları hayata dönüştüren şey de ölümün varlığını bilmek. O yüzden yaşam kadar anlamlı ölüm. Sahiplenmek lazım öleceğimizi. Hayat ölümün varlığı ile anlamlı olur.

Psikoloji eğitimi aldınız. Şuan insanlara TV’den seslenip acılarını paylaşıyorsunuz. Siz nasıl bir çocukluk geçirdiniz? Babanızla çocukluk yaralarınızın üzerinden gelebildiniz mi? Ya anne hayatınızın neresindeydi?

Hayatı iş odaklı olan ve çok çalışan bir annem var. Kendi ailesinde kız çocuğu olarak fazla değer görmediği için o değeri hayatta sağlayabilmek için, takıntılı, fazlaca kaygılı bir anne. Çok güzel zamanlarımızda oldu. Babam da hayatı duyarsızlaşarak baş edebilmeyi öğrenmiş bir aile de büyümüş ve hissetmeyi annemle beraber öğrenmiş. O da annemle beraber o kayığa bindi ve gitti. Bu durum evde bana bireysel alan yarattı. Fazlaca yalnız kaldığım zamanlar oldu. Sorgulayan bir çocuk olduğum içinde, çocuklukta çocukluğun, ergenlikte ergenliğin jargonuna pek uyamadım. Dışarıda kalan çocuklardan ve gençlerden oldum. Buralar beni o dönemde varoluşsal boşluklara düşürse de, hayatla ilgili uçlara götürse de şimdi çok büyüttü. Dünya kadar kırık dökük anım var annem, babamla ilgili. Ama güzel yüzleştik biz.

Nasıl?

Psikoloji eğitimi almak, kendinle ve insanla bu kadar meşgul olmak sürekli olarak insana yeni bir doğum sağlıyor. Nasıl yüzleştim babamla olanı anlatayım? Üniversite ikinci sınıftaydım. Meyhaneye gittik. İlk defa öyle bir ortamımız olmuştu. İçtik konuştum, içtik konuştuk, en son seslerin gerçekten yükseldiği, öfkemizi birbirimizden çıkarttığımız zamanlar oldu. Ama gecenin sonunda bir an var işte “elini omzuma attığı ve oradan öyle yürüyüp gittiğimiz”. Bence çok fazla şey kırıldı, değişti ve dönüştü. Onun hissetmediği yerlerden beni hissetmesini sağladım. Annemle de büyüdükçe şefkatin arttığı, anlayışın yükseldiği, birbirimizi taktir etmeye başladığımız bir hayata dönüştü. Kayıplarım var. Çok sevdiklerimi kaybettim. Oralarda çok fazla büyüdüm. Yası tamamlayabilmek insanı büyütüyor. Ve sonra da oğlum oldu..

Hadi anlatın nasıl bir duygu baba olmak? Bu duyguyu sorguluyor musunuz? Babanızla, kendi babalığınızı karşılaştırıyor musunuz?

Tabii ki sorguluyorum. Ben biraz hikayeyi dönüştürebilmiş babalardanım. Babamın da şahane tarafları vardır. Onlarında yansıdığı yerler oluyor. Diğer taraftan da, bazen babamda yoksun olduğum halleri, oğluma davranırken kendimde yakalıyorum. “Yaptın işte bunu” deyip hemen telafi etmeye çalışıyorum. Hayat hata yapmama yeri değil, telafi yeri. Buna çok inanıyorum. Oğlum doğduktan sonra aynı anda çok daha cesur ve çok daha korkak oldum. Bu aralar ölmemem lazım bilgisiyle beraber haliyle korkular birikiyor. İnsan baba olunca dönüşüyor, başkalaşıyor.

Derinlikli ilişkiler yaşayamıyoruz. Narsisizmin en yükseldiği ve konuşulduğu dönemlerdeyiz. Herkes ıssız adam ve ıssız kadın… Neyi kaçırıyoruz?

Bu genellemelerin dışında yaşayan insanlar da var. Kendimizi tamir etmeye çalışmakla çok meşgulüz. Tamir etmeye çalışırken de diğerlerinin yaralarına, ihtiyaçlarına, duygularına karşı hissizleşiyoruz. Bir narsiste, saldırgana, pasif agresife, çekingene baktığınızda esas meşgul olmaya çalıştığı kendini korumaya çalışmak. İlişkinin içinde de kendini korumakla bu kadar meşgul olan insanlar diğerlerine sevgi, ilgi, değer vermekte çok zorlanırlar.

Peki yeni nesil ilişkileri nasıl yaşıyor?

Yeni nesil, bireysel ve toplumsal hayatta hem çok cesur hem de çok fazla baskı, risk, tehlike hissettiği için kendilerini korumakla daha fazla meşguller. Genellemeyeyim ama bu durum ilişkilerine de yansıyor olabilir. Onlar, bireylerden kalabalık oluşturuyorlar ve bizim nesilden daha cesur, kuvvetli oluyorlar.

TV programınızda ünlüleri de konuk ediyorsunuz. Ve size anlatıyorlar. Gerçekten herkesin bildiği ya da az bilineni anlatıp mış gibi mi yapıyorlar yoksa derinlere iniyorlar mı? Kameralar karşısında ne kadar teslim oluyorlar?

Ne kadar anlattıklarını bilemiyorum. Böyle bir zorlamamızda yok. Katarsis ya da Paylaş Benimle’de, günlük hayattaki zihin dilinden bağımsız bir duygu diline inelim istiyoruz. Evet ben bir psikoloğum. Tabii ki kameralar karşısında telapatik deneyim yaşamıyoruz, bu bir terapi değil. Bu 12 yaşından beri medya da varolan sonra da psikoloji eğitimi alan bir sunucunun sunduğu psikolojik temalı sohbet programı. Hiç kimsenin de en derinine inelim, kameralar karşısında en özleriyle bırakalım gibi bir derdimiz yok.

Öyle bir dert olsaydı mesleğiniz açısından etik olmazdı…

Kesinlikle etik olmazdı. Zaten her iki mesleğinde etik kuralları, sınırları, değer yargıları bambaşka. Nasıl kıyaslanabilir ki? Anlıyorum ki burada insanları kıyaslatan şey, benim psikolog olmamla ilgili. Tekrar söylüyorum ki 12 yasımdan beri medyadayım ve sunuculuk yapıyorum. Medyayı ve anlatıcı olmayı çok seviyorum. Bu işi yapmaya yetkin olmaya hissettiğim anda programa başladım. İki meslek birbirinden çok farklı. Seans odasında kapı kapandığı anda gizlilik esastır. Hiçbir danışanımla ilgili asla konuşamam. İki kişilik bir dünyadır. Programdaki konuğun ise izleneceğini bilerek geldiği, sınırları baştan çizilen, izin verdiği kadar, duyguların çok da içine girmeden etrafında dolaştığımız, farkındalık oluşturmaya çalıştığımız bir iş. Tek ortak nokta iki koltukta da aynı eğitimi almış biri oturuyor. Biri programcı ve röportajcı diğeri ise psikoterapist.

Siz sorunlarınızla nasıl baş ediyorsunuz? Terapiye gidiyor musunuz? Terapistinizle ilişkiniz nasıl?

Evet gidiyorum. Bence bizim meslekte en önemli şey sürekli terapiye devam etmek. Hem supervisor hem de terapistim var. Bu bütün eğitimlerimin bir parçası. Yüksek lisansımdan sonra psikanalizime devam ettim. Biz meslek insanlarının, kendi ruh sağlıklarıyla ilgili bir dönüşümde olmaları için, bireysel terapilerde kendi duygularımızı parantez içine almamız için o eşliği ve desteği almamız çok önemli. Ben de sorunlar yaşıyorum. Hayat içinde çok ökelendiğim, kaygılandığım, utandığım anlar, dibe vuruşlar, yönetemediğim krizler oluyor. Çok temelde tüm mesleki rollerin ötesinde insan olduğumuzu unutmamak lazım. Psikolog olmamın faydası, neyi nasıl ve niçin yaptığıma dair farkındalığımın yüksek olması.

İnsanları dinlerken sizin de etkilendiğinizi ve üzüldüğünüzü görüyoruz. Ancak gerçek hayatta bir psikiyatrist ya da psikoloğa gittiğinizde nötr olmasını beklersiniz ve nötr olmak normaldir. Sürekli tartışılan bir konu. Üzülerek, dokunarak, dertleşerek nötr olma kuralını çiğnemiyor musunuz? Bu da psikolojik analiz yöntemlerinden biri mi? Ya da profesyonel kişi danışanınla ne kadar yakın olmalı?

Bu konuyla ilgili gördüğüm, alanın içinden olanlar dahil bir bilgisizliğin olduğu. Psikiyatristlerin dünyasını bilemem. Onların kendi uzman, hekim rollerinde nasıl duracaklarına dair yöntemleri var elbet. Klinik psikologlar için konuşuyorum. Bizde ekoller vardır. Bilgisizlik hakim dediğim yer de burası. Bizde ekollere göre terapistin tutumu belirlenir. Dinamik ekolden gelen bir psikanalist kendi kuramı gereği danışanıyla iletişim kurarken duygularını ifadesinde belli etmez. Bilişsel davranış ekolünden gelen biri, aktiftir, sürece dahil olur, ev ödevleri verir, bir öğretmendir aynı zamanda. Varoluşcu ekollerden gelen terapistler ise, ki kendi ekolüm olan Gestalt Terapi’de, danışana yüzümüzle, beden dilimizle eşlik ederiz. Danışan ağlarken, gülerken onun karşısında ifadesiz kalmayız. Sosyal medyada, dizilerde gördüğümüz psikoterapist, psikiyatristlerin sadece duygularını ifade etmeyen, dümdüz duran insanlardan ibaret olduğunu düşünenlerin bilgi eksikliği var.