Sosyal medya ruhsal durumumuzu yansıtan bir ayna
Varoluşçu psikoterapist Ferhat Jak İçöz yeni kitabı 'Kendine Yabancı' da on öyküde bizi terapi odasına sokuyor. İçöz ile hal-i pür-melalimizi konuştuk.
Ebru D. DedeoğluYaşadıkça, hayat devam ettikçe anlamakta zorlandığımız deneyimlerin içinden geçmeye devam ediyoruz. Kendimize yabancılık da hiçbirimizin içinden çıkamayacağı bir hal. Klinik psikolog ve varoluşçu psikoterapist Ferhat Jak İçöz, yeni kitabı Kendine Yabancı’da 10 kurgusal terapi öyküsünde bizi seans odasının dönüştürücü atmosferine davet ediyor ve hep kendimize yabancı kalacak bir yanımızla önce tanışmamızı sonra da uzlaşmamızı sağlıyor.
Yeni kitabınızın başlığı çok çarpıcı: Kendine Yabancı! Kim bu kendine yabancı? Çağımız insanı mı?
Hepimiz! Hepimiz kendimize yabancıyız. Ve bu çağımızın da sorunu değil. Üzerine çok düşünmediğimiz günlük söylemde sık sık suçu çağımız insanına ve modern hayata atıyoruz ancak tam olarak durum bu değil. Varoluşçu bir perspektiften baktığımızda kendimize olan yabancılığımızın hiç bitmeyecek bir mesele olduğunu görürüz. Hatta buna bir mesele demek belki de kendimize haksızlık olur. İnsan olmanın bir parçası. İnsansak hep eksiğiz, hep belirsizlikle karşı karşıyayız ve de kendimize hep en iyi ihtimalle bir parça yabancı kalmaya mahkumuz.
Kendimize yabancı kalmayı nasıl bırakırız? Nasıl yakınlaşırız kendimize? Anahtar kelime kabul etmek mi?
Çok güzel sorular, hepimizin bu sorular üzerinden kendimizi anlamaya ihtiyacı var. Kitap aslında danışanların terapi ortamında kendilerine yakınlaşma öyküleri. Nasıl kendimize yakınlaşırız sorusundan önce nasıl kendimize yakınlaşamayıza bir cevap vermek isterim. Kendimize çözüm odaklı yaklaştığımızda aslında kendimizle aramıza mesafe koyarız. Sabahları istediğim kadar erken kalkamıyorsam, belli şeyleri yapmak için motivasyon bulamıyorsam kendimi bunlara zorlamak beni benden sadece uzaklaştırır. İhtiyacımız olan kendimize dair derin bir kavrayış kazanmak, getirmek. Burada iki anahtar yok var. Biri “ne yapmaya çalışıyorum” diye kendime sormak. Sabah yatakta kalmak istiyorsam, yapmam gereken o işin başına oturamıyorsam, o kişiye çok öfkeliysem, “ben bu hislere kendimi bıraksam, beni nereye götürür acaba” diye samimiyetle sormak. Elbet bir ihtiyacımızı karşılamaya çalışıyoruzdur. İkincisi de olanı olduğu gibi görmek. Kabul etmek değil. Kabul edemeyebiliriz, içimizden bir yan itiraz, isyan edebilir. Ama “ben bu aralar böyle bir yerdeyim, ne kadar hoşuma gitmese de” demek.
Siz bir varoluşçu psikoterapistsiniz. Varoluşçu psikoterapi tam olarak nedir? Diğer psikoterapi disiplinlerinden farkı ne?
Evet, varoluşçu ekolle çalışan bir psikoterapist ve klinik psikoloğum. Varoluşçu psikoterapiyi diğer disiplinlerden ayıran en temel özelliği, danışanı anlama ve danışanın kendini anlama çabasında psikolojinin sunduğu kuramlarla sınırlı kalmadan felsefenin bizlere sunduğu binlerce yıllık bilgi ve erdem birikiminden faydalanmasıdır. Felsefi bir psikoterapi yöntemidir desem sanırım abartmış olmam. Varoluşçu psikoterapide danışanlarımızı insan olma hali ile tanıştırmaya çalışırız. Yaşadığımız ruhsal zorluklar o ya da bu şekilde insanlığımızı reddetmemizle beraber ortaya çıkar. Bu çerçevede de danışanların kendilerini özgürce ifade edebilecekleri ve ifade ettikçe kendileri ile karşılaşacakları bir alan açarız.
Peki şöyle bir soru sorayım: Yaşadığımız kapitalist düzenin altında hepimiz eziliyoruz. Tüketerek tüm çığlıklarımıza cevap bulduğumuzu sanıyoruz. Peki gerçekten psikoterapiye kimin ihtiyacı vardır? Çözüm müdür?
Psikoterapi, en azından varoluşçu psikoterapi çözüm odaklı kendimizi sürüklediğimiz koşturduğumuz yolun yol olmadığına dair bir çalışmadır. O yüzden çözüm değildir, ama hayatta önemli olanın çözüm olmadığını bize çok güzel gösterir. Ama şunu da eklemek isterim ki kendimizi yakından tanıdıkça hayat daha keyifli, yaşanılası ve akışta bir hal alıyor. Böyle bir halin önünde engel olarak karşımıza çıkan semptomlar, ruhsal zorluklar ve acılar diniyor. Ama amaç hep kendini tanımak olmalı. Psikoterapiye gerçekten kimin ihtiyacı var sorusuna da iki katmanlı cevap vermek isterim. Öncelikle “ben kendimi daha yakından tanımak isterim, tanıdıkça daha özgür, daha canlı hissetmek isterim” diyen herkes için uygun psikoterapi. Ancak bu grup için psikoterapi biraz daha opsiyonel bir konumda kalır. Bir de tam da kitapta örneklerle bahsettiğim tipte kendine yabancılığı düğüm düğüm olmuş, üst üste binmiş, işin içinden çıkamaz hale gelmiş olanlarımız var. İşin içinde çıkamaz hale gelmek kendini yoğun kaygı olarak, depresyon olarak, panik ataklar olarak veya herhangi bir belirti olarak gösterebilir. Böylesi açmazda hissedenler için psikoterapi gerçekten gerekli.
Önceki kitabınız Kendin Olmanın Dayanılmaz Hafifliği ile avucumuza bir vaat ve bir sorumluluk bıraktınız. Kendin ol özgürleş dediniz ama bu özgürleşme hayatın sorumluluğunu da almak demek. Yani suçlayacak kimse kalmıyor. Hayatımızda ters giden şeyler için birilerini, ailemizi, çevremizi suçlamak bir konfor alanı mı? Konfor alanından çıkmak zor olsa gerek!
Bir konfor alanı mı emin değilim. Çünkü başkalarını suçladığımızda da çok konforlu ve mutlu hayatlarımız olmuyor. Tam aksine kendimizi gittikçe daha çaresiz ve elimiz kolumuz bağlı hissetmeye başlıyoruz. Bana nedense daha ziyade bir alışkanlık gibi geliyor. Nasıl düşündüğümüz bir yerde bireysel gerçekliğimizi şekillendiriyor. Bir şeyleri nasıl dile getirdiğimiz o şeyleri hem nasıl algıladığımızı gösteriyor, ama bir yandan da o şeyleri o şekilde algılamaya devam etmemize de sebep oluyor. O yüzden hem kendi kendimize konuşmalarımızı hem de bir ötekine kendimizi nasıl ifade ettiğimize dikkat etmekte fayda var. Kendimize dair birçok ipucunu buralarda bulabiliriz.
Bir psikoterapist danışan ile etkileşimde ne kadar kendi özel hayatından paylaşım yapar? Yapmalı mıdır? Nötr olması daha doğru değil midir?
Bu konu alanda 100 yıldır tartışılıyor. Ben terapistler kendilerinden paylaşım yapabilirler diyenlerdenim. Ama bu paylaşımlar çok sıkı prensiplere sadık kalınarak yapılmalı. Birincisi ben kendimi açarken ne amaçlıyorum? Eğer amacım danışanın kendine dair bir şeyi görmesini sağlamak değilse susmam daha yerinde olur. Ne anlatmak istiyorum? Uzun uzun kendi hayatımı anlatamam. Özel hayatımı, nerede yemek yediğimi, nerede tatil yaptığımı, kaç çocuğum olduğunu, eşimle nasıl bir ilişkim olduğunu kesinlikle anlatamam. Peki neyi paylaşabilirim? Danışanla paylaştığım saat boyunca neler hissettiğimi veya düşündüğümü. Hepsini paylaşabilir miyim? Hayır. Hatta çoğunu paylaşmamam uygun olandır. Terapist kendini açacaksa öznel deneyimini damıtıp danışanın faydasına olacak şekilde hareket etmeli.
Sosyal medyaya bakışınızdan konuşalım biraz da. Adeta avatar kimlikler oluşturuyoruz sosyal medyada. En hoşa giden yanlarımızla varız. Kurgulanmış bir kimlikle. Hep mutlu. Hep filtreli hayatlar. Tek amaç daha fazla beğenilmek. Bu bir tür kişilik bölünmesi mi yoksa doğal kimliğimizin parçalarından biri mi? Kişiliklerimizde nasıl bir erozyona uğruyoruz?
Sosyal medyayı nasıl kullandığımız bize dair bir şeyleri ifşa eder sadece. Evet, dışarı ile, öteki ile bir şeyleri paylaşıyormuşum gibi gelebilir, ama aslında en ben kendimi kendime gösteririm. Bunu anlayabilmek için de doğru gözlüklerle bakmaya ihtiyacımız var. İnsanların her an tamamen dürüst, içinin dışı ile bir ve kendi içinde çelişkisiz olması gerektiğine dair ağır faşizan fikirlere ve ideallere katılmıyorum. Sosyal medyada sorduğunuzdan daha fazlası oluyor, daha çok katmanlı bir deneyim. Beğenilmek bunun sadece bir boyutu. Bir boyutu da görmek. Başka bir boyutu beğeniden bağımsız sırf gösteri. Başka bir boyutu paylaşmak, bir ilişki kurmak. Sosyal medya kullanımının tek başına herhangi bir ruhsal zorluğun müsebbibi olduğuna inanmıyorum. Ama ruhsal anlamda bizleri yansıtan aynalar olduğuna çok inanıyorum. Ne gösterdiğim, neleri aradığım ve en çok nelere çekildiğim ile.
Biraz da yemekten konuşalım. Büyük sofralar, güzel bir yemek, sosyalleşme... Konuşurken basit gibi görünse de insanın ruhuna büyük artılar getiriyor. Belki de yaşama sevinci. Paylaşmak ruhumuza iyi geliyor sonuçta. Bu bazen bir kap yemek bazen güzel bir sofra. Yani maddi kazanım düşüncesi olmadan samimiyetle paylaştıkça çoğalıyor muyuz?
Kesinlikle. Mevcut düzende para kritik bir araç. Ama bir amaç olunca hayat anlamlı olma potansiyelini kaybediyor. Hepimizin ait hissettiği topluluklara ihtiyacımız var. Paylaşabildiğimiz, verebildiğimiz, alabildiğimiz, hesapsızca ve rahatça var olabildiğimiz. Öteki türlüsü var olmanın dayanılmaz ağırlığı...
Psikoterapi herkesin ulaşabileceği bir pratik değil. Maddi açıdan,
zaman ayırmak açısından neredeyse bir tür “lüks” gibi
değerlendirenler de var. Buna imkanı olan psikoterapi görüyor
olmayan kişisel gelişim kitaplarına sarıyor diyebilir miyiz?
Ancak yetkin olan /olmayan herkes de kitap yazıyor bir yandan.
Ufacık zorlukları aşıp ben “koç” oldum diye ortalıkta
geziniyorlar. Bu
konuya kendini adamış biri olarak size sormak istiyorum kişisel
gelişim kitaplarına bakışınız nedir?
Sorunuz çok geniş kapsamlı bir soru, neresinden başlayacağımı bilemedim. Evet, psikoterapi ciddi bir zaman, maddi ve enerji yatırımı demek. Ama bu kişilerin kendilerine yaptığı bir yatırım. Ve maalesef günümüz ekonomik koşullarında bu birçok kişi için gerçekten bir lüks. Ama bir de bu çalışmaya ayıracak parası veya zamanı olup da bu çalışmayı öyle ya da böyle bir “lüks” olarak adlandırıp küçümseyenler var. Koçlarla ilgili meseleye hiç girmeyelim, bir başlarsam sonunu getiremeyebilirim. Ama insanlarla ruhsal boyutta çalışmak psikoloji kuramlarını bilmekten çok daha öteye uzanıyor. Kişisel gelişim kitapları ise başka bir konu. Ben de kişisel gelişim kitabı yazarıyım. Yazdıklarımı allayıp pullayıp bu kategoriden çıkartmaya çalışırsan riyakarca bir hareket olur. Ancak kişisel gelişim kitapları gerçekten keskin bir kılıç. Gerekli kuramsal birikime sahip, bol bol mesleki tecrübesi olan kişilerin tüm bu çalışmalarını damıtıp sunmaları çok değerli. Ben de kendimce bunu yapmaya çalışıyorum. Fakat tam da sizin söylediğiniz gibi böylesi kuramsal veya deneyimsel tecrübeye sahip olmayanlar, yazdıklarının, söylediklerinin okuyucuda, dinleyicide veya beraber çalıştıkları kişilerde nerelere gideceğini ve nasıl yaralar açacağını bilmeyen insanlar keşke uzak dursa bu işlerden. O yüzden içi dolu, arkası sağlam kitaplar sadece değerli oluyor. Bununla beraber şunu da eklemek isterim; insanın kendi ile tanışmasının veya yakınlaşmasının tek yolu psikoterapi değil. Neyse ki birçok farklı kanaldan bu emelimize ulaşabiliriz.