Neden yalnız kalmalıyız?

Yalnızlığın ölümü çağrıştıran bir yanı var ve biz bunu bazen bilinçli, bazen bilinçdışı bir şekilde ilişkilerimiz sonlandığında, hastalanıp bize ıhlamur kaynatacak kimsemiz olmadığında derin bir keder olarak iliklerimizde hissediyoruz. Yalnızlık duygusunun bu kadar dehşet vermesi, neredeyse bütün ruhsal sıkıntılarımız gibi kökü çocuklukta olan bir durum mu acaba?

Alper Hasanoğlu

Çizim: Özge Ekmekçioğlu

Yalnız ya da tek başına olma ve yalnızlık duygusu çok sık olarak birbirine karıştırılan durum ve duygular. Yalnızlık, insanın kendini ben olarak tanımlamaya ve görmeye, yani içinde bulunduğu topluluktan kendini belli bir ölçüde ayırmaya başladığı zamanlardan beri, özellikle de şehir insanının en çok sıkıntısını çektiği, onu çaresizlik duygusuna sürükleyen yaşantılardan biri. Bunu sorun olarak değil de yaşantı kelimesini kullanarak tanımlamamın çok açık bir nedeni var. Çünkü yalnızlığın bir yaşantı olmaktan çıkıp bir sorun olmaya başlaması bizim bu duruma yüklediğimiz anlamla ilgili.

Algılarımızı, yorumlarımızı bir miktar zamanın ruhu da belirliyor elbette. Evli olanların bekârlara göre iş bulmakta daha avantajlı olduğunu biliyoruz örneğin. Ya da 40’lı yaşlara yaklaşan bir kadının, işinde ne kadar başarılı olursa olsun, bekâr ve çocuksuz biri olarak kendini hayatta başarısız hissetmeye başladığını da. Bu hissiyat yalnız olmakla değil, yalnızlık duygusuyla ilişkili oysa…

Bekâr arkadaşlara içinde bulundukları grup tarafından bir eş adayı bulma gayreti, yalnız olanın bir süre sonra kendini bıkkın ve eksik hissetmeye başlamasına kadar gidebiliyor. Oysa bekâr olan yalnız ya da tek başına da değil aslında; iş arkadaşları, dostları, hatta işi ona eş bulmaya vardıracak kadar yakın dostları var. Öyleyse sorun gece yatağa yalnız girmek, yani kış geceleri soğuk yorganın altına girince hissedilmeye başlanan yalnızlık duygusu. Oysa çevremizdeki evliliklerden de biliyoruz ki, yatağa yalnız girmeyenler de en az yalnız girenler kadar mutsuz.

Yalnızlığın ölümü çağrıştıran bir yanı da var ve biz bunu bazen bilinçli, bazen bilinçdışı bir şekilde ilişkilerimiz sonlandığında, hastalanıp bize ıhlamur kaynatacak kimsemiz olmadığında derin bir keder olarak iliklerimizde hissediyoruz. Yalnızlık duygusunun bu kadar dehşet vermesi, neredeyse bütün ruhsal sıkıntılarımız gibi kökü çocuklukta olan bir durum mu acaba? Hatta bebeklikte.

Otto Rank bir insanın başına gelebilecek en büyük travmanın doğmak olduğunu söyler. İşkenceleri, tecavüzleri bilen insanlar olarak bunun abartılı bir yorum olduğunu söyleyebiliriz elbette ama çok da haksız sayılmaz Rank. 9 ay boyunca mutlak bir güven duygusuyla yaşadığımız, beslenmeyle ilgili en ufak bir sıkıntımızın olmadığı anne karnından bir ameliyathanede doktorun ellerine düşmemiz az travma değil doğrusu. Sonrasında kıçımıza yediğimiz şaplakla ödüllendirilmek, herkes ağlamamıza sevinçle bakarken bizim katılmamız ve ardından bir meme başını emmeyi öğrenmek zorunda olmamız az şey değil.

Sonraki aylar boyunca, bu kişi anne de olsa, ötekine bağımlı olmak. O olmazsa öleceğimizi hissetmek, çaresizlik duygusunun bütün ruhumuzu kaplaması. Bir de annenin kendisi sorunları olan, sevgisi olduğu halde bakım ve sevgi göstermek konularında yeti ve becerileri kısıtlı olan biriyse. Ya da üç, beş çocuğun sonuncusuysak ve bir türlü sıra bize gelmiyorsa. Ekonomik sebeplerle annemiz işe gitmek zorunda kalıyor ve bize yabancı bir kadın bakıyorsa.

Bütün bu durumlarda yalnızlığı o bebek aklımızla ölümle özdeşleştirmememiz imkânsız. Bu bilgi annenin mutfağa gittiği ve bizim altımızı değiştirmekte geciktiği her anda, karnımız ağrıdığında bize güven veren anne teninin kokusunu değil de bize gün boyu bakan kadının kokusunu hissettiğimiz her anda beynimizin bellekten sorumlu bölgesine kazınır.

Erişkin hayatımızda kendimizi küçük, çaresiz bir çocuk gibi hissettiğimiz her türlü anda o anne şefkatinin eksikliğini hisseder, yanımızda aslında o mutlak ve koşulsuz sevginin ancak silik bir fotokopisini gösterebilecek sevgiliyi ararız. Çoğunlukla da onun kendi sorunlarına gömülmesi, başkasının dertleriyle uğraşmak istemediği sorunsuz bir ilişki peşinde olması nedeniyle bu ihtiyacımız karşılanmadan kalır.

Yalnızlık hep bizimledir yani ve hepimiz için mutlak bir gerçekliktir. Gece yatağa tek başına da girsek, sevgiliye sarılıp uyusak da. O nedenle yalnızlığın, erişkinlik hayatımızda çocukluktaki gibi dehşet duyguları uyandıracak bir çaresizlik durumu olmadığının farkına varmayı, bunun farkına varamayanların acıyan bakışlarına rağmen, kendimize öğretebilmeli ve bunu kabullenebilmeliyiz. Çünkü emin olun tam tersi de yine öğrenilmiş başka bir durumdur. Üstelik yaratma ve üretme süreçlerinin yalnızlığa ne kadar ihtiyaç duyduğunu düşünürsek, yalnız kalmayı öğrenmenin kendimize verebileceğimiz en güzel armağan olduğunu da anlarız.