Dünyayı kadınlar değiştirecek

Yeni romanı Dolunay İki Gece Sürer'i kitapseverle buluşturan Başar Başarır Cumhuriyet Cumartesi'ye konuştu. Girit’i, yaşanan acıları, yaralarını anlatan Başarır, "Geriye sadece insanların çektiği acılar kalıyor. O kadar çok nüfusun aynı anda yer değiştirdiği başka bir olay yok" ifadelerini kullandı.

Ebru D. Dedeoğlu

2000'li yılların hemen başında yaşanan beklenmedik bazı aksaklıkların büyük fırsatlara, hüsranların diri umutlara, zıtlıkların muhabbete, her türlü çılgınlığın da hayırlara vesile olduğu, tabiri caizse ters köşelerle dolu muzip, hınzır, capcanlı şahane bir roman. Akdeniz'in suları gibi sıcak, tılsımlı, sürprizlerle dolu...

Başar Başarır ile buluştuk yeni romanı Dolunay İki Gece Sürer’i konuştuk. Girit’i, yaşanan acıları, yaralarımızı ve hayatla ilgili dolu dolu sohbetimize buyurunuz.

Bir mübadil torunu olarak tarafsızca yazmanız beni etkiledi. Tarihte çok da yazmasa da insani olarak iki tarafın da büyük yaralar aldığı yıllar. Neler hissettiniz ve tarafsızca yazmayı nasıl başarabildiniz?

Umarım başarmışımdır. Elimden geleni yaptım. Zaten tarafsızlık çağımızda en büyük risk değil mi? Türkçe’nin en sevmediğim laflarından biridir “taraf olmayan bertaraf olur.” Oysa böyle olmamalı. Zaman içinde düşüncelerimiz, fikirlerimiz, olgular hakkındaki analizlerimiz, her şey değişiyor. Geriye sadece insanların çektiği acılar kalıyor. Her iki toplumun ortaklaşa yaşadığı mübadele şu dünyadaki en büyük demografik dislokasyonlardan biridir. O kadar çok nüfusun aynı anda yer değiştirdiği başka bir olay yok. Fakat oturup ağlayacak halimiz de yok. Devam etmemiz ve olanlardan iyi sonuçlar çıkarmamız lazım. Artık kardeş olmanın zamanı geldi.

Tarafsızlık da bir taraf değil mi?

Elbette. Gazeteciler içinde öyle değil midir? Objektiflik de kendi objektifliğin. Bu da benim bulabildiğim tarafsızlık.

Kökeniniz Girit’e uzanıyor. Romanı yazmaya karar verip Girit’e gittiğinizde neler hissettiniz? Benzerlikler, farklılıklar nelerdi?

Girit hiçbir şeye benzemiyor. (Gülüyor) Girit nev-i şahsına münhasır, türünün son örneği bir yer. Kimine göre Girit “Kayıp Kıta Atlantis.” Farklı bir yer. Afrika’nın, Avrupa’nın ve Asya’nın kesiştiği noktada üçünden de bir şeyler almış ama üçüne de ait olmama iddiasında. Girit kafası ayrı bir şey. Yunanlılar da bu ayrıksılığı kabullenmişler. Onlar da “Giritli” işte diye bakıyorlar.

Romanın ana karakteri Gamze ve huysuz ama saygıdeğer babası İhsan Sami Bey. Çatışmaktan başka iletişim yolları olmayan baba- kız’ın sorunu kuşak çatışmasının ötesinde. Belki iktidar savaşı belki de sevgiyi ifade edememe, bunu da sorun etmeme. İhsan Sami Bey’in büyük öfkesi vefat eden karısına mı, Gamze’ye mi, yoksa kendine mi?

Hepsi bir arada. İhsan Sami Bey tam bir öğretmen. Herkese öğretir pozisyonda duruyor. Çevresiyle ilişkisi emekli olduktan sonra da öğretmen olarak devam ediyor. Biliyorsunuz eski tip öğretmenlikte de ceza-mükafat sistemi vardır. O mükafat kısmını hiç ciddiye almadan sistemini sadece ceza üzerine kuruyor. Kendinden asla şüpheye düşmediği için de her zaman en doğru tarafta durduğunu sanıyor. Özünde iyi bir insan. Köy enstitüsü mezunu, kendine göre aydınlanmacı, cumhuriyet öğretmeni. Tabii bunların hepsi bugünün gerçekleriyle tartışmalı meseleler. Doğrudan olumlayarak değil, sadece olduğu gibi yazmaya çalıştım. Aralarındaki gerçek çatışma bence kişilik çatışması. Ve kişilerin kendine bakıp “ben ne yapıyorum?” diyememesi. Gamze genç, onu mazur görebiliriz, çünkü henüz kendini arıyor. Ben kendimi hatırlıyorum da, 22 yaşında üniversiteden mezun olduğumda yapmak istediğim hiçbir şey yoktu. (gülüyor). İhsan Sami Bey’in kızgınlığının altından biraz da erken emekliliğin getirdiği harcanmışlık duygusu, babasız büyüme, değerinin bilinmemesi gibi duygular yatıyor. Bir öğretmen için sınıf da iktidardır. Her türlü iktidarın kaybı da acı verir. En ufak iktidar bile kaybedildiği zaman insanda boşluk yaratır. Bizzat kendim gördüm yaşadım.

Gamze erken büyüyenlerden. Annesinin ölümüyle gerçekten büyümüş bir genç kız. Bitirince sürekli düşündüm. Stavros’da Gamzeyi etkileyen neydi? Stavros gerçekten Gamze’nin ruhunu görebildi mi? Kafasındaki Stavros ile gerçek Stavros aynı mıydı? O da bir illüzyon muydu?

Gençlik neden güzeldir? Çünkü gençlikte rahatça başkasının kalbini kırabiliriz. Gençlik yılları geçtikten sonra artık sadece kendi kalbimizi kırarız. Stavros da rahatça Gamze’nin kalbini kırıyor ve bunun sonuçlarını hesap edemiyor. Düşündüğünden çok daha ileri sonuçlar çıkıyor ortaya. Gamze bunu kabullenip devam edecek birisi değil. Biraz da babasından gelen inat, cezalandırma, pasif agresyon tutumları var. Gençlik böyle bir şey, kendimizi, birbirimizi arıyoruz. Bence yaşadıkları duygular çok değerli, ilişkileri bitmiş gibi görünüyor olabilir ama kimbilir belki hikâyenin devamı vardır?

Peki aşk niye ölür?

Aşk ölür. Aşk hem başka bir büyü hem de aynı zamanda bir hastalık. Uzun süre yaşayamazsın aşkla, tedavi gerektirir.

“Ögˆrendim ki s¸u dünyada asıl mesele duyarlılıgˆı kaybetmemek, hissedebilmek.” Duyarsızlığın normalize olduğu günümüzde bu ne kadar mümkün?

İkiside çok tartışmalı. Birinci kısmında haklısın. Duyarsızlık zaten üzerimizi ezip geçiyor. Ama beni rahatsız edenlerden biri de Türkçemize yeni yerleşen “duyar kasmak” terimi. Yani duyarlılık gösterip hiçbir şey yapmamak. Mış gibi. En kötüsü. Gereğini yapmayınca ne anlamı var? Hiç hissetmesen daha iyi. En azından kendini aldatmazsın. Bu dünyada birinci aşamayı biraz geçebilme umudumuz var ama ikinci aşamada her şey faydacılık ve çıkar üzerine. Hiçbir risk alınmıyor ve risk alanlara da aptal gözüyle bakılıyor.

“I·stanbul öyle harika bir illüzyondur ki bu s¸ehre Dogˆu’dan gelenler kendini Batı’da, Batı’dan gelenler ise kendini Dogˆu’da bulur. Ne güzel bir yanılgıdır bu Yarabbi. Aslında Dogˆu da degˆildir I·stanbul, Batı da.” Romanda en sevdiğim satırlardan. Yazar’ın İstanbul’u nasıl? Hadi anlatın bize…

Şöyle de devam eder. “Ne olmak istiyorsa o’dur.” İstanbul sabit değil. Değişip duruyor. İstanbul muhafaza edilemez bir şehir. Her yeni haliyle de kendine göre güzel. Rahmetli Doğan Kuban şöyle söylemişti: “İstanbul’u tamamen koruyamazsınız, yapmanız gereken, boğaz, adalar, tarihi yarımada bir de Balat civarını koruyun, gerisini salın. Her şeyi korumaya çalışırsanız hiçbir şeyi koruyamayacaksınız.” Sonunda haklı çıktı. Ben hem İstanbul’un içinde hem de dışındayım. İstanbul hâlâ bana o eskiden fotoğraflarını çektiğim, hatırladığım şehirmiş gibi geliyor. Ne zaman içine girsem anlıyorum ki o şehir bu şehir değil. Fakat bunun da kendine göre güzellikleri, hareketliliği var. Şehrin içinde dolaşmak, sokaklarda gezmek, insanları seyretmek bana ilham veriyor. Düşük nabızdan kurtarıyor beni, tansiyonumu yükseltiyor. (gülüyor) Tansiyon iyi bir şey. Yaşadığımı hissediyorum.

Siz de kız babasısınız. Nasıl bir duygu kız çocuğu büyütmek? Büyütürken siz de büyüdünüz mü? Şaşırdığınız ya da anlamadığınız anlar oluyor mu? İhsan Sami gibi bocalamalar yaşıyor musunuz?

Tabii… Hatta Deniz arada sırada “iyice İhsan Sami’ye bağladın” diye kızıyor bana. (gülüyor) Aile üçgenimizde, güzel bir kimya yakaladığımızı ve herkesin bundan hem mutlu olduğunu hem de faydalandığını düşünüyorum. Birbirimize katkıda bulunuyoruz, çoğaltıyoruz. Bu yüzden çok şanslı addediyorum kendimi. Şuna eminim ki dünyayı kız çocukları değiştirecek. Dünyayı kadınlar değiştirecek. Bir kadın, erkeğin yaptığı her şeyi ondan çok daha iyi yapar. Tartışmasız böyledir bu. Kadınlar daha duyarlı ve gerçekçidir. Erkekler daha spontan ve zayıftır. Budalalıkları boldur.

Girit yemekleri romanda önemli bir rolde. Girit yemekleri yapıyor musunuz? Dost sofralarınızı anlatır mısınız?

Ben maalesef yemek yapma konusunda çok zayıfım. Muhtemelen sebebi Giritli bir annenin oğlu olmam. Annem rahmetli çok iyi yemek yapardı. Mesela otuz çeşit patlıcan yemeği yapardı, otların adını hatırlayamıyorum bile. Bir fava yapardı, sade onla bir büyük rakı içersin. Ama öbür taraftan da yedirmeyi, hatta biraz da zorla yedirmeyi sevdiği için bir süre sonra çatışmaya da dönebiliyordu işler. Bu nedenle yemeği nasıl yapıyorsun diye hiç sormadım. Biz hep mutfaktan dışarı itildik. Ancaak yemeğin lezzetinden çok iyi anlarım. Girit mutfağı farklıdır. Romanda Nikos diyor ya “Giritliler salataya beyaz peynir koymaz. Salataya peynir koyan köylüdür.” Bu hakiki bir Giritli görüşüdür. Bambaşka ve kendilerine özgü bir mutfağı var adanın. Biraz da alkole düşkün oldukları için tüm öğünler içmek çevresinde şekillenir. Ve hâlâ kadınlar yapıyor yemekleri. Bizde de düzen aynı.

İki toplumunda bu kadar benzeyip birbirini (sözde) sevmemesi bana hep şaşırtıcı geliyor. Devlet gözünde hep bir bölünmüşlük, ötekileştirme, etiketlendirme yaşıyoruz. Geçmişte yaşanılanlar her iki taraf içinde çok acı. Gerçekten de söylendiği gibi bu iki toplum birbirini sevmiyor mu?

Böyle bir genelleme yapamayız. Ancak çok sevdiklerini de iddia edemeyiz. Değişken bir durum. Bildiğimiz tek bir nokta var. Eğitim sistemi, özellikle ulus devleti olma sürecinde hep bir düşmana, birilerini kötü göstermeye ihtiyaç duyulur. Ayrıca da inkar edilemez, yaşanmış büyük acılar var. Biz işgal yaşamışız onlar da dört yüz sene Osmanlı’nın boyunduruğunda kalmış. Bunlar boş laf değil, yaşanmış gerçekler. Fakat güven arttırıcı önlemlerle, birbirimize saygı göstererek, birbirimizin kutsalına, üst değerlerine saldırmadan iletişim kurduğumuz sürece kucaklaşabiliriz. Emek verilmesi ve zinde tutulması gereken bir süreç.

Gamzenin en büyük tutkusu fotoğraf çekmek. Karanlık oda da kendi aydınlık yönlerini keşfedebiliyor mu? Sabır en büyük deneyim mi?

Gamze, karanlık odada insanlardan özellikle de evden, babasından kaçıyor. Ve çektiği siyah beyaz fotoğraflarda kendine ait bir dünya kurmaya çalışıyor. Fotoğraf o yıllarda hem estetik bir uğraş hem de teknik bir zanaat. Yaşadığımız dönemden farklı. Şu an hepimiz binlerce fotoğrafı cebimizdeki küçük aletlerle çekiyoruz. 2001 yılında öyle değildi işler. Uzun bir süreçti, emektarlığı da eğiticidir. Gamze fotoğraflarının baskı sürecinde karanlık odada çile çekiyor. Tekkeye kapanıyor ve karanlıkta sabrediyor. Bu çok önemli bir şey. O tek kareyi öyle zar zor elde etmekle, otuz tane art arda çekmek arasında büyük fark var.