1970'li yıllarda bir bilim kurgu yazarı, ChatGPT’nin gelişini nasıl tahmin etti?

İngiliz bilim kurgu yazarı Ballard ve arkadaşlarının 1960 ve 1970'li yıllarda bilgisayar ile ürettiği şiirler, üretken yapay zekanın yaratıcılığa olan etkisiyle ilgili bugünkü tartışmalara da ışık tutuyor.

BBC Türkçe

İngiliz bilim kurgu yazarı JG Ballard, 1970’li yıllarda gelişen bilgisayar teknolojilerini kullanarak şiirler üretmeye başlamıştı. Bu şiirler ChatGPT’ye uzanan yolda atılan ilk adımlardı.

JG Ballard, yaşadığı dünyayı yeniden hayal ederek gerçek dünyanın tuhaf ve abartılı yönlerini ele alan, toplumsal normları detaylıca tahlil eden bir yazardı. Gelenekselin ötesindeki roman ve kısa hikayelerini belli bir tür ile sınıflandırmak zordu. Geleceğe dair rahatsız edici öngörüleriyle tartışma yaratıyordu.

Bugün üretken yapay zeka ile müzik ve sanat üretimini tartışırken, Ballard’ın önsezileri geleceğe yeni bir ışık tutuyor.

'Tuhaf bir şeyler döndüğünü hissediyorum'

Ballard 2004 yılında verdiği bir röportajda, kurgu hikayelerine ilham olan “gerçek yaşama ait denebilecek” öykülerden nasıl ilham aldığını şu sözlerle açıklamıştı:

“Tuhaf bir şeyler olduğunu kemiklerime kadar hissediyor ve yüzeyin altındaki bilinç dışı mantığı keşfetmeye çalışarak bu tuhaflıkları romanlarım üzerinden inceliyorum."

Günümüzde üretken yapay zeka ile tuhaf bir şeyler döndüğünü kuşkusuz gördük.

Ballard’ın üretken yapay zeka daha ortada yokken bile dikkatini bu konuya verdiği anlaşılıyor.

OpenAI’ın geliştirdiği ve kullanıcının sorusuna hızlıca kişiye özel metinlerle yanıt veren sohbet robotu ChatGPT’nin yanında, otomatik olarak kültürel içerikler yaratan benzer başka uygulamalar da ortaya çıktı.

Google’ın geliştirdiği “Yapay zekadan güç alan ilham” olarak nitelendirilen “Verse by Verse” bunlardan biri. Kullanıcı, bir şair seçip, birkaç da kriter belirledikten sonra (şiirin türü ya da hece sayısı gibi) sistem, dizeler üretiyor ve ortaya bir şiir çıkıyor.

Sora uygulaması, metin halindeki talimatlar üzerinden bir video üretirken; Dall-E, uygulamaya girilen kelimeleri sanatsal görsellere dönüştürüyor.

Aiva, Loudly ve MuseNet uygulamaları ise, sizin adınıza müzik besteliyor.

Bu uygulamalar insan yaratıcılığı ve kültür kavramından ne anladığımıza dair köklü sorular ortaya atıyor.

Efsanevi İngiliz müzisyen ve şarkı yazarı Nick Cave, kendi tarzıyla yapay zeka ile yazılan şarkılara verdiği tepki ile bu tartışmalara dahil oldu. Cave’e göre bu şarkı, “içsel varlıktan” yoksundu ve yaratıcı düşüncenin “taklitçiliğinden” ibaretti.

İnsanlar, yapay zekanın insan yazarların sonunu getireceğinden endişe ediyor.

50 yıl öncesine ait belgeler üzerinden yaptığım bir araştırmada, benzer tartışmaların o dönemde şekillendiğini gördüm.

Ballard’ın editörlerinden olduğu bir sanat dergisinin arşivlerine bakarken, yazarın daha 1960’lı yıllarda çağın ötesindeki bu kavramlar hakkında yazılar yazdığını, 1970’li yıllarda da bilgisayar üretimi ilk şiirler üzerine çalıştığını öğrendim.

Yalnızca bugün yaşadıklarımızın geçmişteki yankılarına ulaşmakla kalmadım. Ballard’ın dile getirdiği öngörüleri, üretken yapay zekaya ilişkin günümüzdeki gelişmelere dair yeni şeyler de söylüyordu.

Ballard’ın otobiyografisi “Hayatın Mucizeleri”ni incelerken, yazarın doğrudan bu modern tartışmalara atıf yaptığı anlaşılan kısa bir paragrafa denk geldim.

1930-2009 yılları arasında yaşayan Ballard, bir edebiyat dergisi olan Ambit’in editörlüğünü yaparken 1970’li yıların başında yazı yazabilen bilgisayarları nasıl kullandığına şu sözlerle değiniyordu:

“Ambit’te dünyayı yeniden şekillendiren bilime daha fazla yer vermek, daha az şiir görmek istedim. Ulusal Fizik Laboratuvarları’nda çalışan psikolog Dr. Chrisopher Evans’la yaptığım toplantıda, ondan dergiye katkıda bulunmasını istedim. Daha sonra beraber bilgisayar ürünü şiirlerden oluşan olağanüstü bir seri yayınladık.”

Ballard kitapta bu şiirlerle ilgili başka bir atıfta bulunmasa da, Ambit’in 1970’lerdeki yayınlarını inceleyerek, yazarın bahsettiği seriye ait olduğu anlaşılan 4 yazı buldum.

Tümünün bilgisayar tarafından üretildiği ve 1972 ile 1977 arasında yayımlandığı görülüyor.

Bunlardan ikisini şiir diye niteleyebiliriz. Tüm şiir koleksiyonunun yazarları Christopher Evans ve Jackie Wilson (1972 ila 1974) olarak not edilmiş. Ballard, Evans için “uzun siyah saçlı bir yeraltı bilimcisi” nitelemesini yapıyor ve Evans’ın “bir çift Amerikan spor ayakkabı, kot pantolon ve altın kolyesinin üzerindeki demir haç işareti görünen göğsü açık kot gömleğiyle, laboratuvarda oradan oraya koşuşturduğunu” anlatıyor.

Bilgisayar üretimi koleksiyonlardaki şiirleri okumak ve anlamak kolay değil.

Şiirleri okurken, bu içeriklerin “gerçeği kadar iyi” olduğuna dair, Ballard’ın da hak verdiği bazı yorumların doğru olduğunu söylemek zor.

Ancak içeriklerinin kalitesini bir yana bırakırsak, 70’li yılların teknolojisi bilgisayarların üretimi bu içeriklerin, yaratıcılığın ne olduğuna dair ve insanın rolüne dair sorgulamalara öncülük ettiğini görmek çok etkileyici.

Peki bilgisayar üretimi bu metinler için roman, hikaye ya da şiir tanımını kullanabilir miyiz? Bu net değil . Ballard’ın bu yeni olasılıklardan etkilendiği ve bu içerikler üzerinden diğer yazarları kışkırtmayı denediği söylenebilir.

Hayat sanatı taklit ederse

1961’de Ballard’ın yazdığı “Stüdyo 5, Yıldızlar” başlıklı hikaye, “avangart şiir eleştirmeni” bir editörü merkezine alıyordu.

Bu hikaye, kulağa tanıdık geliyor.

Hikayede ana karakterin düzenli olarak editörlüğünü yaptığı şairlerin tümü, “Verse-Transcribers (VT)” adı verilen ve seçilmiş bazı kriterlere karşılık otomatik olarak şiir üreten bir cihaz kullanıyorlar.

Bu makineler şiir sanatını mükemmel hale getiriyor ve şairler bu makineleri kullanmadan yazmak için bir neden görmüyorlar.

Hikayedeki editör, önüne gelen, VT cihazından yeni çıkmış bir şiiri okumaya bile gerek görmüyor çünkü şiirin yayımlanmak için uygun olduğundan şüphesi yok.

Ancak hikayenin devamında, VT ile çalışmaya alışmış olan şairlerin ilham almak adına bu cihazlara bağımlı hale gelmesi sorunlar yaratmaya başlıyor.

Ballard’ın hikayesi, şiir üretmenin teknik bir mesele haline gelmesi ile yazma pratiğine olan ihtiyacın ortadan kaybolacağına dair öngörüde bulunuyor.

Hikayedeki editör, yaratıcılığın yerine, “vezin, kafiye ve yarım kafiye seçmek için” buton ya da düğmelere basmaktan ibaret olan “teknik ustalığın” geçtiğini söylüyor.

Yukarıda saydığımız üretken yapay zeka uygulamalarındaki veriler de bundan farklı değil.

Genelde belli kriterler üzerinden, bir cümle ya da yazılı bir talimat vererek üretici yapay zekayı yönlendiriyoruz.

Ballard’ın hikayesindeki gizemli rakip karakter Aurora, bilgisayar kullanarak yazan yazarları “Bunlar şair değiller, bunlar makine işçileri” sözleriyle hor görüyor.

Aurora “ölmekte olan bir sanatı korumak” için bölgedeki tüm VT cihazlarını imha edince, insan yaratıcılığının yokluğu açıkça görünür oluyor.

Hikayede Aurora bir cihazı dahi tek parça bırakmıyor, hepsini kırıp döküyor. Derginin bir sonraki sayısını hazırlamaya çalışan editörün elinde, otomatik bir şekilde sayfaları dolduracak herhangi bir metin kalmıyor.

Aurora ona, “Sen yaz bir şeyler!” önerisinde bulunuyor. Editörün ekip arkadaşı Tony ise, onu telkin etmek için, “50 yıl önce çok az kişi şiir yazıyordu ama kimse okumuyordu. Şimdi şiir yazan da kalmadı” diyor.

Hikayenin sonunda makinelerin ortadan kalmasıyla şairler yeniden yaratıcılıklarını kullanmaya başlıyor, VT cihazlarına bağımlılık ortadan kalkıyor. En sonunda da, yeni cihazlar almak için verilen sipariş kağıdını yırtıyorlar.

Hikaye, yaratıcılığın otomatikleştirilmesine karşı bir uyarı niteliğinde.

Bilgisayar, şiirleri nasıl yazıyordu?

1972-74 yılları arasındaki şiir koleksiyonunda her yazıda, belli bir başlık, yazar ve altı satır da metin var.

Satırlar fazlasıyla kalıplaşmış ve belli bir formüle bağlı kalınmış. Mesela şiirin devamındaki dizeler, ilk dizeye göz kırpıyor.

Koleksiyonda adı geçen Evans ve Wilson’ın dergide düştüğü dipnotlar, bilgisayar üretimi şiirler arasındaki tutarlılığı açıklıyor:

“Bu kısa bilim kurgu romanları onları yazmak için programlanmış bir bilgisayar tarafından üretilmiştir ve gerekirse sonsuza kadar, RUN JWSF komutu verilerek üretilebilir.

RUN, bilgisayarlarda bir programı çalıştırmak için kullanılan klasik bir komut. JWSF’nin tam olarak ne anlama geldiği net değil ancak hiç durmayan ve sonsuza dek çalışacak bir yazma makinesi yaratma hayalleri olduğu açık.

Programın “çok basit” olduğunu ifade eden Evans ve Wilson, notlarında özetle nasıl çalıştıklarını anlatıyor. Buna göre bilgisayar, seçilmiş anahtar kelime ve cümlelerden oluşan bir havuzdan rastgele seçiyor.

Bu rastgele seçilen kelimelerin nasıl yerleştirileceğine dair de belli bir yapı var: Hikayenin ilk satırı genelde bilgisayarın boşluklarını tamamladığı şu gibi bir cümle yapısından oluşuyor: “(BOŞLUK)’UN (BOŞLUK)U (BOŞLUK)’A (BOŞLUK)”

İşte bilgisayarın buradaki boşlukları kelimeler havuzunu aratarak doldurduğu anlaşılıyor. Mesela şunun gibi bir dize ortaya çıkıyor:

“MOTORLARIN ŞARABI EVE ZARAR VERDİ”

Evans ve Wilson, sonsuz yeni içerik kaynağı olduğunu düşündükleri bu yapının , “10 bin olası benzersiz cümle ürettiğini” öne sürüyorlardı.

Açılış cümlesinin ardından, ikinci dize 10 tamamlanmış cümlenin rastgele seçiminden oluşuyordu. Üçüncü dize ilkindeki stratejiye geri dönüyor, dördüncü ise yine 10 tam cümleden rasgele seçilerek oluşuyordu.

Kendini tekrarlayan ve tahmin etmesi kolay bu üretimler, aynı zamanda oldukça tuhaf. Kelime havuzunu nasıl yarattıkları ise gizemini koruyor.

İkinci gizemli konu da, dizeler arasındaki değişken yapıyı nasıl oluşturdukları.

Evans ve Wilson aynı zamanda “Bilgisayar, aklına başka fikir gelmeyecek hale gelene kadar kaç tane orijinal ve benzersiz kısa bilim kurgu romanı yazabilir?” sorusunu kendine soruyordu.

Bu havuzlarda kaç kelime olduğunu bilmediğimizi düşünürsek, soruya ikilinin verdiği spekülatif yanıt şuydu: “Saniyede 10 karakter yazdığını düşünürsek bu, (yaklaşık) 10.000.000.000.000.000.000 [100 Kentilyon] yıl sürerdi. “

Yani bu makine tarafından yazılan şiirlerin gerçek bir sınırı yoktu.

Yazar isimleri de aynı şekilde bilgisayar tarafından, “bilim kurgu türüne uygun isimlerden oluşan bir havuzdan seçilerek”, yine rast gele bir şekilde yazılarla eşleşiyordu.

"Bilim kurgu türüne uygun isim" ifadesiyle ne demek istedikleri tam belli değil ancak yazar isimlerinden bazıları şöyleydi: Q Johnson, Blade Sinatra, Frank Archer, Marsha Fantoni, Blade Van Vargon ve hatta Tagon "X".

Uydurma oldukları çok açık olsa da, bir yazar ismi eklemek, bu metinleri insanlaştırıyordu. Aynı zamanda insan yaratıcıların eser sahipliğiyle ilgili tartışmaya dikkatleri çekiyordu.

1976 ve 1977’de yayımlanan makaleler ise yön değiştiriyor ve metin yaratan bilgisayarlardan uzaklaşıp, bilgisayarların insanlarla etkileşimi konusuna yöneliyordu.

Örneğin, 1976’da yine Evans ve Wilson, “Merhaba, bilgisayarın arıyor” başlıklı yazılarında “Bilgisayarlar doktorlara hastalıkları teşhis etme konusunda yardım edebilir mi?” sorusuna yanıt aradılar.

Otomatikleştirilmiş yaratıcılık

Belli havuzlardan rastgele seçilen kelime ve cümlelerden oluşan bu şiirler, bugünkü yapay zeka ürünlerinden, yani büyük veri tabanları temel alınarak, bazı hesaplamalar ve olasılıklar üzerinden yaratılan metinlerden farklı.

Ancak ikisinde de benzer mantık ve hassasiyetler göze çarpıyor: İkisi de toplumsal ve kültürel yaşamın bazı alanlarını otomatikleştirme arzusundan yola çıkıyor.

1970’li yıllardaki bu şiirler bir çeşit gösteri miydi, ya da muzır bir hiciv örneği miydi bilmiyoruz.

Yine de, bilgisayar üretimi yaratıcılığın en eski şekillerine dair bize ipuçları veriyorlar.

Ballard, 1961’de yazdığı kısa hikayesinde bugün gözlemlediğimiz bir duruma ışık tutuyordu:

Bir yanda insan eylemlerinden insanın ta kendisinin uzaklaştırılması sonucu ortaya çıkan sorunlar var; bir yanda da bilgi birikiminin kültürel yaratımlardan uzaklaştırılması ile ilgili ortaya atılan tartışmalar.

Ambit’teki kısa hikayeler ve şiirler, bugün tanık olduğumuz, yapay zekanın ürettiği yazı, sanat ve müziklere dair kaygıları yansıtıyor.

Ballard her zaman “tuhaf giden bir şeylere” ilgiliydi.

Üretken yapay zeka teknolojisiyle çalışan uygulamalar yaygınlaşırken, bu tuhaflık daha da büyüyor.

BBC Future'da yayımlanan David Beer imzalı bu yazı ilk olarak The Conversation'da yayımlanmıştır.