Nâzım'la Küba'da/ 1

09 Şubat 2010 Salı

 

Başlarken

Sevgili okurlar, 1961 yılının Mayıs ayında, Küba Sanatçılar ve Yazarlar Birliği (UNEAC), Havana’da, Birinci Dünya Yazarlar ve Şairler Kongresi’ni gerçekleştirdi. Birliğin Başkanı Kübalı Şair Nicolas Guillen, bu kongreye, şiirine hayran olduğu, devrim öncesindeki sürgün yıllarında tanıma fırsatını bulduğu, kendisi gibi komünist şair Nâzım Hikmet’i de davet etti. Nâzım Hikmet daveti kabul etti. Yalnızca kongreye katılmakla kalmadı, üç hafta boyunca Küba Devrimi’nin coşkusunu, aydınlığını, sevincini Küba halkıyla birlikte yaşadı. Gerek Küba’dayken, gerekse daha sonra destansı şiirlerle Küba izlenimlerini gelecek kuşaklara aktaracaktı.

Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Vakfı, Nicolas Guillen Vakfı’yla işbirliği içinde Nâzım Hikmet’in 108. doğum yıldönümünü, Mehmet Aksoy’un “Nâzım” heykelini Küba halkına armağan ederek Havana’da kutladı. Bu dizide, Nâzım’ın adımlarının peşinde Küba ile bu kutlama arasında gidip geleceğim…



Küba da değişiyor

Devrim coşkusu bugün de sürüyor Küba’da… Devrim karşıtlarını ise göremiyoruz, duyamıyoruz…

“Küba’dan döndüm bu sabah Küba meydanında altı milyon kişi akı karası sarısı melezi ışıklı bir çekirdek dikiyor çekirdeklerin çekirdeğini güle oynaya sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin işin kolayına kaçmadan ama gül yanaklı bebesini emziren melek yüzlü anneciğin resmini değil ne de ak örtüde elmaların ne de akvaryumda su kabarcıklarının arasında dolanan kırmızı balığınkini sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin 1961 yazı ortalarında Küba’nın resmini yapabilir misin çok şükür çok şükür bugünü de gördüm, ölsem de gam yemem gayrının resmini yapabilir misin üstat yazık yazık Havana’da bu sabah doğmak varmışın resmini yapabilir misin…”

“Saman Sarısı” adlı şiirinin ikinci bölümünde Nâzım Hikmet, dostu usta ressam Abidin Dino’ya bu soruyu soruyordu…

Mutluluğun da, acının da nice resmini yapmış olan Abidin Dino (yaratıcılık, acı ve mutluluk değil de nedir?) o anda ne yanıt verdi bilmiyorum ama, Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Vakfı olarak, şairin 108. yıldönümünü Küba’da kutlarken, bizler mutluluğun resmini görüyorduk nereye baksak… (Kutlama törenini sizlerle daha önce 22 Ocak’ta Sanat sayfamızda paylaştım. Şimdi sıra ayrıntılardaki inceliklerde!)

Türkiye’den bu kutlamaya katılan 35 kişiydik. Heyecan verici bir emanetimiz vardı. Mehmet Aksoy’un halkların dostluğuna adadığı, taa 70’li yıllarda tasarladığı Nâzım Hikmet heykeli… Gümrükten çıktı / yok çıkmadı / yetişti / yetişmedi! Heyecan fırtınaları yaşıyoruz!

Nâzım, “Küba’dan döndüm bu sabah” diyor ya, o sabah neler olduğunu bize canlı canlı anlatacak olan Hıfzı Topuz bizimle… Törende karşılaşıp sohbet olanağı bulduğum Nâzım’ı tanımış Kübalı yazar ve şairlerin söyledikleri… Santa Clara’da Che’nin anıtmezarından Havana’ya, geceyi yara yara Havana’ya ilerleyen otobüsümüzde yaşadığımız anlar…. Hepsini sizlerle paylaşmak istiyorum.

Bunlara geçmeden önce birkaç izlenim:

Değişen ve hiç ama hiç değişmeyen


Bu benim Küba’ya ilk gelişim değil. Daha önce 2001’de Küba’yı, bir uçtan öteki uca, ama bu kez Che Guevara’nın adımlarını, devrim tarihini izleyerek dolaşmış ve okurlarla paylaşmıştım.

Dokuz yıl aradan sonra büyük değişim vardı. Turizmin gelişmesi, turist artışı bu değişimi tetiklemiş olabilir. Turizme açılmak “Socialismo o muerte” (Sosyalizm ya da ölüm) sloganlarıyla soluyan ülkede, elbet sorunları da birlikte getiriyordu. Turistin yemek sonunda bıraktığı bahşişle, öğretmen ya da doktorun aylığı eşit olursa...

Hemen ilk göze çarpan değişiklikler:

Kent, kasaba, köy, kırsal alan, şehrin göbeği… Nereye giderseniz gidin, ilk gelişimde her yerde, her köşe başında dev afişlerde, dev fotoğraflar, dev sloganlar vardı. Her adım başında o dört kahraman, duvarlardan, afişlerden, tarlalardan, panolardan, avaz avaz yumruklar havada haykırıyordu: Bu dört insan Jose Marti (İspanya’ya karşı bağımsızlık hareketinin simgesi yazar, şair) Che, Camillo Cienfuegas (devrimin, gerilla savaşının iki komutanı) ve Fidel Castro.

Şimdi ise panolar afişler hepten kalkmış. Tek tük, önünde durup turistler fotoğraf çektirsin diye bir iki afiş ya var ya yok.

Lokanta, kahve, bar, gece kulübü, dükkân, çarşı pazar sayısı katlanarak çoğalmış.

Evler sokaklar çok daha bakımlı.


Halkın “Amerikan güzelleri” dediği 40’lardan, 50’lerden kalma Chevrolet, Ford, Chrysler ve Cadillac’lar azalmış. Buna karşılık Lada’lar Moskoviç marka otomobiller, motosiklet üzerine sarı kapaklı, kaplumbağaları andıran “koko” dedikleri iki kişilik taksiler ve bisikletler çoğalmış... “Deve” diye adlandırılan ayakta 400 kişiyi taşıyan otobüsler, tıkır tıkır işliyor… Toplu taşımacılık eskisi gibi. Hele kırsal alanlarda yolda bekleyen herkesi her araç alıyor. Kimse yolda kalmıyor!

(Koca Cadillac’ları gördükçe, Nâzım Hikmet’in “Havana Röportajı”nda “Ak bir kadillakla girdik Havana’ya / otomobilin böylesine ömrümde ilk biniyorum / araba değil okyanus” deyişini anımsıyorum!)

9 yıl önce ortalama aylık gelir 10 dolardı. Şimdi 15 dolar.

Gelelim hiç ama hiç değişmeyene:


50 yıldır yanan devrim ateşi hâlâ çok canlı! 40 yıldır Amerikan ambargosu (Kübalıların deyişiyle ablukası) acımasızca sürüyor! Küba hâlâ sosyalizmin direnen kalesi olmayı başarıyor!

Ve Küba hâlâ, yeryüzünün, nüfusuna oranla en çok okulu ve öğretmeni olan ülke! Eğitimin her insanın doğal hakkı sayıldığı ve parasız olduğu ülke! İnsan başına en çok doktor ve öğretmen düşen ülke! Çocuk ölümlerinin en aza indirildiği, tüm sağlık hizmetlerinin ücretsiz karşılandığı ülke!



Fidel ile Raul farkı

Küba’ya giderken en merak ettiğim şeylerden biri, Fidel Castro’nun hastalığından sonra 2006’da başkanlık görevini kardeşi Raul Castro’nun devralmasıyla ülkede bir şeylerin değişip değişmeyeceğiydi. Bir hafta boyunca aydınlardan “sokaktaki adam”a ortak dil yakaladığım herkese bunu sordum. Aldığım tüm yanıtlar şunu vurguluyordu:

Daha ilk günden Raul Castro, sistemde herhangi bir değişiklik olmayacağını en açık seçik ve kesin bir dille ifade etmişti! Ancak herkes şu konuda düşünce birliğindeydi: Raul Castro, Fidel Castro’dan çok daha pratik ve pragmatikti. Sorun çözmede ağbisinden daha yetenekliydi. Bu konuşmalarda hep aynı tümce ön plana çıkıyordu: “Raul, Fidel kadar katı değil.”

Ağabeyinden beş yaş küçük olan (1931 doğumlu) Raul, Küba Devrimi sürecinde Che ve Fidel’le birlikte “comandante” yani binbaşı unvanına sahip 3 kişiden biriydi.

Sevgili okurlar, ilk isimleri kullanmam laubalilikten değil, Küba’da herkes onları ilk isimleriyle anıyor. Sanki aileden biri gibi… Fidel ve Che... Bu iki ismi söylerken bile gözleri parlıyor insanların. Öylesine bir tutku…

Ya bu tutkuyu paylaşmayanlar? Ya devrim karşıtları? Onlar ya çoktan ülkeyi terk etmişler ya da “kaybolmuşlar”… Onları göremiyoruz, duyamıyoruz…

Son iki yıldır televizyon programlarında ve basında komünizm ve sosyalizm üzerine tartışmaların ve eleştirilerin yer alması, alabilmesi, ülkenin aydınları tarafından “önemli bir adım” olarak nitelendiriliyordu.

Küba yoksul ama sefalet içinde değil. Aç yok, çıplak yok, evsiz barksız yok. “Bugün yoksulluğu paylaşıyoruz, yarın zenginliği paylaşırız” felsefesi hâlâ geçerli. Hâlâ parası olan değil, bilgi ve yetenek sahibi olan daha çok sevgi ve saygı görüyor, daha değerli sayılıyor.

Obama’dan beklentiler ve düşkırıklığı

ABD’de Obama’nın başkan olmasıyla yeşeren umutlar, şu süreçte düşkırıklığıyla sonuçlanmış. Gezimiz boyunca bu düşkırıklığının ayrıntılarını dinleyecektim. Özellikle üç beklenti varmış:

1) Ambargo kalkmasa bile hafiflemesi. (Örneğin Küba karasularına giren bir gemi, bir yıl boyunca Amerikan limanlarına giremez.)

2) ABD’deki Kübalıların ailelerine para yollamalarında kolaylık.

3) Amerika’dan Küba’ya turist ya da akrabalarının dolaysız gelebilmesi.

Üçünde de hüsrana uğramışlar. Hiçbiri gerçekleşmemiş.

“Gezegenimizin ‘imparator’una kafa tutarsan, böyle olur” diyorlar gülerek!



Salsa ritmi

15 saatlik bir yolculuk sonunda uçağımız Havana’ya indiğinde, çoktan akşam olmuştu. Nâzım’ın dizelerindeki gibi “Küba kıyıları koylarıyla göründü / koylar gümüş leğenler gibi yan yana dizili” diyemedimse de, “koyu lacivertten açık yeşile, camgöbeği üstünde uzanan mercan adalarını” uçaktan göremedimse de, sonraki günlerde Küba’nın muhteşem doğasını bol bol yaşayacaktık.

“Bir portakal çekirdeği atarsın terli sıcak toprağına Küba’nın / bir portakal bahçesi bulursun akşamüstü” diyor ya Nâzım Havana Röportajı’nda, işte aynen öyle…

Aralarında, Hıfzı Topuz, Genco Erkal, Mehmet Aksoy, Pınar Kür, Umur Bugay, Prof. Füsun Akatlı, Prof. Zehra İpşiroğlu, Üstün Akmen, Arif Keskiner, Zeynep  Irgat, Orhan Şallıel, Zeynep Altıok, Nedim Saban gibi sanatçı ve yazarların bulunduğu ekibimizde hemen herkes ilk kez Küba’ya geldiğinden, ülkeyi kavramak, devrim ruhunu anlamak için Havana dışına çıkıp adanın içlerine karışmamız kaçınılmazdı. Bu yolculukta bize iki usta rehber, Türkiye’den Haluk Uzunosman, Küba’dan Manuel Jardon eşlik edecekti.

(Bu kutlamaya kimin davetlisi olarak nasıl gittiğimiz çok soruldu. Açıklayayım. Ne KGB’den, ne CIA’dan para aldık… Herkes kendi masrafını ödedi. Çeşitli seyahat acentelerinden teklif istemiştik, en uygun olan ATB-Tatilweb’inkini seçtik.)

Adanın en doğu ucuna, Sierra Maestra Dağları’na ve o dağların eteğindeki Santago de Cuba’ya kadar gidemediysek de, adanın ortasındaki üç önemli merkezi, Trinidad ve Cienfuegos ile Che’nin anıt mezarının da bulunduğu Santa Clara’yı gördük gezdik.

Sizleri de peşime takıp yola devam etmeden, baştan söylemeliyim: Gittiğimiz her yere müzik, salsa ritmi, şarkı ve dans egemendi.

Her sokakta, her meydanda, tarlada, evlerde, balkonlarda, camlarda, lokanta-kahve- barlarda, turistik olsun ya da olmasın her yerde müzik var! Kentler, kasabalar “salsa” ritminde yaşıyor. Herkes her yerde müzik yapıyor, ritmi yakalıyor. İspanyol gitarı, Afrika bongosu, marakas... Havada “çıkçıkıçıkçık” sesleri. Kadınların yürüyüşleri, erkeklerin gülüşleri de o sesin havasında... Ama yaşama egemen olan çocuklar. El üzerinde tutulan, gururlu mu gururlu, sıcacık bakışlı çocuklar!

O müzikte, Afrikalı kölelerin getirdiği soluk, İspanyol sömürgecilerin getirdiği birikim, tarlaların “işgücü şarkıları;” İtalyan romantizmini, Fransız baladlarını, İspanyol operetlerini harmanlayan şarkılar, varoşların “rumba”sını bir arada yoğuran ve sonuçta Küba’ya özgü müziği var eden insanların bulaşıcı coşkusu, sevinci, hüznü, direnci ve umudu vardı...

İbadet eder gibi, dua eder gibi, sevişir gibi dans edip şarkı söyleyenlerin ülkesiydi Küba.

Bakın Nâzım Hikmet o müziği nasıl anlatıyor Havana Röportajı’nda:

“otelin 24’üncü katından dinliyorum şehri gece vakti / şehir türkülere gömülü / toprağın taşın yaprağın içinde türküler / türküler titreyen sıcak gibi toprağın taşın yaprağın içinde / havanın içinde azot filan gibi türküler / türküler yemişlerin kabuğu eti çekirdeği / çiçeklerin kokusu türküler / türküler ispanya arabistan afrika / türküler gözlerinde ve kalçalarında kadınların / türküler erkeklerin sıcak elleri / türküler oyunların ayakları belleri omuzları…”



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları