Server Tanilli

Türkiye Nereye Gidiyor? / 3

03 Kasım 2008 Pazartesi

 

Demokrasinin neresindeyiz?

Ülkemizde demokrasiye doğru yürürken 1946 seçimlerinden başlayarak bütün seçimler, bir “biçimsel demokrasi” adına ya­pıldı ve olan da bir “sandık demokrasisi” olarak ünlendi; böy­lece, “gerçek demokrasi”miz olmadı. Olmadı, çünkü demokrasimiz, “sol” ve “sosyalizm” yasaklarıyla kuşatıldı.

Böyle bir kuşatmada da, bir “demokrasi kültü­rü” yeşerip gelişemezdi. Gelişemeyince de, çağdaşlık ve laiklik bilinci, eleştiri duyarlığı, hukuk üstünlüğü fikri kökleşemedi.

Bugün toplum köklü bir reform ihtiyacında.

Ama kimler bunu gerçekleştirecek, gerçekleştirebilir?

AKP’nin yüzde 47’lik bir oy gücü olsa da, parti, güven ve huzur getirmesi bir yana, toplumu sürgit geriyor (Bkz. Gün­gör Mengi,Güç Bende”, Vatan, 23.8.2008). Dahası, onun kültüründe bu maya yoktur. Hele hele, AKP’nin iktidarının, Profesör Yaşar Nuri Öztürk’ün ünlü deyişiyle, bir “Allah ile aldatma” olduğu ortaya çıkınca, bu iktidardan gelecekte demokrasi adına bir şeyler ummak beyhudedir.

Beklediğimiz artık muhalefettendir. Öyle olunca da sorun “Na­sıl bir muhalefet” sorusuna dönüşmüştür.

 

Türkiye’de muhalefet...

Günümüzde, parlamentoda muhalefet, başta Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) olmak üzere, Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ve kü­çük birkaç partiden oluşuyor. Son 22 Temmuz seçimlerinde, bü­yük parsa AKP’ye olmak üzere 340 milletvekili, CHP’nin bahtına 112, MHP’ye 71 milletvekili düşmüştür; 27 milletvekili de bağımsız durumda. 550 milletvekilinden oluşan Meclis’te iktidar ezici bir çoğunluğun elinde; muhalefet ise, rakam olarak yetersiz.

Ne var ki, muhalefetin ağırlığı sadece rakamlarla ölçül­mez; önemli olan onun aydınlığı ve vurucu eylemidir: Ta 1950’lerden başlayarak, CHP, başarılı ve ezici bir muhalefetin ör­neğini vermiştir.

Bu örnek, AKP iktidarı yıllarında ise daha çarpıcıdır: 3 Kasım 2002 seçimlerinde, parlamentoya kof, cahil ve Cumhuriyet düşmanı bir çoğunluğu dolduran, onu 22 Temmuz seçimlerinde daha da palazlandıran AKP’nin karşısında, CHP, 1923 Devrimi’nin bir mirası olarak, başta laik Cumhuriyet’e sahip çıkıp susturucu bir muhalefeti başlattı, onu bugün de sürdürüyor.

Anayasa Mahkemesi önünde verilen bir sınavın onurunu da zikretmeliyiz: AKP’nin, çoğunluğuna dayanıp anayasaya aykırı olarak çıkardığı yasalara karşı, yıllar boyunca -unutulmaz Cumhurbaşkanı- Ahmet Necdet Sezer vetoları ile direndi. Ona karşın Meclis’in inatla çıkardığı yasalara karşı, konuyu Anaya­sa Mahkemesi’nin önüne götüren, tek başına CHP oldu ve çok kez semereli oldu çabaları.

Onun parlamentodaki etkinliğini de hatırlatmalı!

CHP’nin, 27 Mayıs’tan sonra yenilikçi rolünü de söyleme­li: 1965 seçimlerinden sonra, Meclis’e, bizde ilk olarak -TİP’le beraber- giren “sosyalizm”e bakıp, CHP, “ortanın solu” hareketini başlatmıştı. İlerici bir tavırdı bu! Bu tavrı, Bü­lent Ecevit, geliştirip pratiğe aktaracak ve ürünlerini topla­yacaktır.

12 Eylül faşizmi, her adımı olduğu gibi, CHP’deki bu uyanışı da çelmeledi: Bütün partiler gibi CHP de kapatıldı. Bir süre sonra partiler açıldığında, Ecevit, Demokratik Sol Parti’yi (DSP) kurarken, Deniz Baykal da yeniden CHP’yi açtı ve başına geçti. Ecevit-Baykal çekişmesi, her iki partiyi de zıt eylem­lere götürdü. Onlara, Murat Karayalçın, Sosyal Demokrat Halk Partisi (SHP) ile katıldı. Bugün, her üçünün birleşip “Sos­yal Demokrat Parti”yi yaratmaları bir ödevdir: Bu birleşme, CHP’nin çatısı altında olursa, daha isabetli olur.

Her üç parti arasında, sürükleyici olan da CHP’dir. Ne var ki CHP: 1) Parti içi muhalefet; 2) Program ve kitlelere verilecek mesaj; 3) Parti liderinin durumu bakımından, büyük eleştirilerin konusudur. CHP’de, parti içi muhalefetin yokluğu söylenir; partinin ideolojisinde büyük savrulmalar yaşanmıştır ve hâlâ yerine oturmamıştır; CHP’de liderlik mücadelesi, bir yarış biçiminde değil, büyük bir çatışma, bir yok etme mücadele­si biçimde geçiyor genellikle (Bkz. Orhan Bursalı, “Parti Gele­neği ve CHPCumhuriyet, 24.8.2008).

Hepsinin kaynağında da Deniz Baykal görülüyor.

CHP, bu sorunlardan hızla arındırılmalıdır. Bu olmazsa, partinin geleceğini tehlikeye düşürecek, değil mi?

MHP, parlamentomuzda muhalefetin ikinci büyük partisidir. Ülkemizde, 1960’larla başlayan ilerici ve devrimci gelişmelerin karşısında, sağcı, şoven ve tutucu çevrelerin temsilcisi olarak doğan MHP’nin bir kaynağı da Türk-İslam sentezidir. Bu kan uyuşmasının sonucu olarak MHP, AKP’nin yandaşı olarak yürüdü ve yürüyor.

 

AKP ile MHP aslında tek partidir

Bir yıl önce, Cumhurbaşkanlığı seçiminde ve türban ile ilgili anayasa değişikliğinde AKP’ye destek veren MHP, son 26 Ağustos 2008 günlü bir basın toplantısında da yeni bir yol haritası verirken, aynı tutucu yönünü belirtiyordu: Bahçeli, üniversitelerde türbanın serbest bırakılmasını laiklik ilkesine aykırı görmüyor; anayasada parti kapatmayla ilgili maddelerin de değiştirilmesi konusunda AKP’ye destek vermeye hazırdı (Bkz. Fikret Bila, “Bahçelinin önerdiği Yol Haritası, Milliyet, 27.8.2008; Bekir Coşkun, Tek Parti Dayağı, Hürriyet, 28.8.2008).

- Özetle MHP, AKP’nin muhalefetteki uzantısıdır.

Muhalefette, ayrıca İşçi Partisi, ÖDP, solcular, Kürtler...

Türkiye’de, ciddi bir muhalefete ihtiyaç olduğu bir gerçektir. Özellikle “güçlü bir sol alternatif” beklentisinde herkes görüş birliği içinde.

 

Partiler ve seçimler

Parlamento içinde ve dışında, demokratik oyunun önde gelen aktörleri, siyasal partilerdir. Onların sağlıklı bir yapı ve işleyiş içinde olmaları pek önemlidir. Öte yandan, hem toplumda çeşitli görüşlerin parlamentoda temsil edilmesine olanak sağlayacak, hem de sağlam bir Meclis çoğunluğu yaratacak bir seçim sistemi yaşamsaldır.

Bizde, her ikisi de hastalıklıdır.

Gerçekçi bir Seçim Yasası ve demokratik bir Siyasal Partiler Yasası ortaya koymakta eksikliğimiz, bize çok şeyler kaybettirdi ve kaybettirecek.

Gerçekten, siyasal partilerimiz, liderlerin mutlak egemenliği altında nefes alabilen, bir anlamda liderlerin “padişahlık yetkileri” kullanabildikleri otokratik yapılar durumunda. Kimin nereden aday olacağına karar verme yetkisi, ilahi bir hakmış gibi tek bir kişiye, genel başkana aittir.

Böylece adaylar, demokratik bir yarışmadan geçmeden, lider nezdinde taşıdıkları ağırlık ya da sadakatlerinin ödüllendirilmesi sonucu listeye giriyorlar. 1960’lı, 70’li yıllarda AP ve CHP gibi büyük partilerde aday listeleri -büyük ölçüde- bir “önseçim”le belirlenirdi. Türkiye, bugünkü haliyle, 1970’lerin parti içi demokrasi anlayışının hâlâ gerisinde duruyor.

Demokrasi ve siyasetin geleceği adına, kaygılandırıcı gözlemlerdir bunlar.

Siyasal partiler ve seçim yasaları, buna bir çözüm getirmelidir.

Sorunlardan biri de, seçimlerde “baraj engeli.

Barajın, -yüzde 10 gibi- hiçbir Batılı demokraside görülmeyecek denli yüksek tutulmasının biri açık, biri de gizli iki nedeni vardı: Açık gerekçe, parlamentoya küçük partilerin girişini engellemek, giderek koalisyon olasılığını azaltmaktı; gizli gerekçe ise, Kürt partisinin ve köktendinci küçük partilerin Meclis’e girmelerini önlemekti. Gizli gerekçenin artık geçerliği yok: Köktendinci küçük parti kalmadığı gibi, Kürtlerin -bağımsız ya da ittifaklarla- o çatının altına girmeleri durdurulamaz, nitekim durduralamadı, hem böyle bir önlem gereksizdi de.

Açık gerekçe ise, 3 Kasım seçimleriyle ters bir sonuç vermiş, koalisyonlardan kurtulalım derken, büyük bir seçmen kitlesi parlamentoda temsil edilemez duruma düşmüş; halkın iradesi tam anlamıyla Meclis’e yansıyamamıştır.

Özetle, yüzde 10 barajı engeli, demokrasinin olgunlaşmasını engelliyor hâlâ...

Son olarak, demokrasimizin olgunlaşmasının bir engeli de şu: Milletvekili dokunulmazlığını, “yasama dokunulmazlığı” ile sınırlı olarak değil de mutlak olarak anlamak, siyasetimizi kirletiyor. Rüşvet yiyenler, kamu kaynaklarını savuranlar, hırsızlar dokunulmaz olmamalı. Çare, yargının sistemi denetlemesidir. Bunu sağlamak için de anayasada değişikliğe gitmeli; ama süratle!..

 

Sol nasıl güçlenecek?

Devrim Sevimay’ın, Milliyet’te, son “Sol, Çıkışını Arıyor” adlı yazı dizisi (1-7 Eylül 2008) pek yararlı olmuştur... Hayat da zorluyor ki, “10 Aralık Hareketi” bağlamında, Prof. Burhan Şenatalar liderliğinde yeni bir Sosyal Demokrat Parti’nin doğması, gelecek günlerin konusu olacak.

AKP’ye bakıp ülkemizde “liberal devleti” de yarattı deyip arkasından - utanmadan!- yürüyen “liberaller, AKP’nin türban sorununu -anayasa değişikliği yaparak- çözme adımı atınca, bölünme tehlikesi içine girdiler, giderek derinleşiyor bunalım (Bkz. “Liberaller Paramparça, Hürriyet, 5.8.2008).

Ya “İkinci Cumhuriyetçiler”in varıp durdukları noktayı nasıl nitelemeli?

AKP’nin bir yaptığı da, toplumu bölerken sendikal hareketi de bölmesidir: AKP’ye yakın sendikalara üye olanlar, çeşitli yoldan kayrılıyor, türbana da güzel gözle bakıyorlar. Örneğin AKP iktidarıyla Memur-Sen’in üye sayısı, yüzde 300’den fazla artarken, Kamu-Sen ve KESK’in üyesinin eridiğinin altında yatan budur.

Ne var ki, “yandaş sendikalar büyürken” (Bkz. Zeynep Şahin, “Yandaş Sendikalar Büyüdü, Cumhuriyet, 10.7.2008). DİSK, 1- 2 Şubat 2008 tarihlerinde, “sadece temsil ettiği işçilerin değil, bütün emekçilerin ve halkın daha iyi yaşama, daha özgür, daha bağımsız ve daha demokratik bir ülke yaratma özlemlerinin sözcüsü” olarak, ünlü “toplumsal” “Ayağa Kalkış Çağrısı”nı yapıyordu. Bu çağrı, çağdaş Türkiye’nin fikri zenginliğini temsil eden bir “amentü” olup, yaratıcılıkta en başta işçi sınıfının geldiğini göstermektedir.

Demokrasinin geleceğine inanıyorsak bundandır...

 

Anayasaya göre Türk demokrasisi

Anayasaya göre, Türkiye Cumhuriyeti “demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir” (2. madde).

Gerçekte Türkiye Cumhuriyeti nedir?

Profesör Emre Kongar, 18 Ağustos 2008 günlü Cumhuriyet’te, “Demokrasi mi, İslamcılık mı, Faşizm mi?” başlıklı yazısında, bu soruya, en başta da bir sosyolog olarak eğiliyor; gerçekleri sergiliyor ve kararı okurlarına bırakıyordu.

Hoca, önce iktidar yanlısı medyaya eğiliyor, oradaki tespitleri sıralıyordu:

O medyaya göre Türkiye küreselleşiyor...

Dünyayla bütünleşiyor...

Avrupa Birliği yolunda emin adımlarla yürüyor...

Reformlar yapıyor...

Daha da çağdaşlaşıyor...

Daha da uygarlaşıyor...

Demokrasiyi daha da geliştiriyor...

AKP iktidarı da bütün bu gelişmelerin öncüsüdür. Ne var ki, Hoca, olup biten gerçeklere eğildiğinde, toplumun ne tür çağdışı ve olağandışı koşulların içine atıldığını görüyor ve isyan ediyordunuz.

Bir yandan da sosyal devlet çökertiliyor...

Hukuk devleti de hak götüre...

Hoca, anayasanın 2. maddesini yeniden tekrarlıyor ve gerçeklere göre, yeni sorular soruyordu: Bu rejimin adı “demokrasi” midir? “Ilımlı İslam” mıdır? “Şeriat” mıdır? Yoksa düpedüz, bildiğimiz “faşizm” midir?

Kararı okurlara bırakıyordu Hoca.

Okurlar, bugün de bu sorularla karşılaşsalar, şu ya da bu soruya yanıt vermede duraksamalar yaşacaklardır: Ülkeyi “ılımlı İslam”a ya da düpedüz “şeriat”a yönlendirmede, açık ya da sinsi örneklerin etkisinde kalacaklardır. Faşizm de, şu ya da bu köşede birden ortaya çıkıp kan döküp kayboluyor; ya da Ergenekon iddianamesinde olduğu gibi, bir mahkemenin bir iddianamesinde sırıtıyor. Okurlar, yanıt verirken, bu olguların etkisinde olabilirler.

Ama, büyük bir kitle, demokrasi konusunda şöyle demekte duraksamayacaklar: “Türkiyede çağdaş anlamda bir demokrasi yoktur”, Türkiye, İkinci Dünya Savaşı’nın ertesinde, hemen herkesin arzusuyla, bir demokrasi kurmaya başladı!.. Ne var ki, deneme, çelmelere, hatta ihanetlere uğrayarak buralara geldik. Vardığımız noktada AKP iktidarı bulunuyor.

Bize en çok zarara malolan bu iktidardan -bir an önce- kurtulmak, başta gelen davamızdır: Demokrasinin geleceğine inanıyorsak, bu davayı kazanmalıyız; kaybedersek, demokrasinin geleceğini de kaybedeceğiz...

 

(Sürecek...)

 



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Türkiye Nereye Gidiyor? 10 Ağustos 2009
Masal ve Gerçek... 7 Şubat 2009

Günün Köşe Yazıları