Server Tanilli

Türkiye nereye gidiyor? / 1

02 Kasım 2008 Pazar

 

Düzenini arayan bir dünyada...

Artık Amerika’nın, tek evrensel güç olarak ağır basmasının ve kelimeleri ağzında dolaştırıp anlaşılmaz sesler çıkaran bir küreselleşmenin ötesinde, başka tehlikeler de var:

Dünyamızın “kirlenme”si başta olmak üzere, milliyetçi, cemaatçı, etnik ya da dinsel rekabetler.

Onlara gerilla, mafya ve uyuşturucu ilişkileriyle, devletin içine düştüğü bunalımı; bir de insan haklarına saygısızlığı eklemeli. Son olarak, kapitalizmin kalesinde çöküşler başlamıştır...

20. yüzyıl biterken ve yeni bir yüzyılın başlarında can alıcı sorunlardır bunlar.

 

Amerikan hegamonyası ve küreselleşme

Soğuk Savaşın sona ermesi, giderek Sovyetler Birliğinin çöküşü, Birleşik Devletleri, bloklar arasındaki dengeye bağlı baskılardan kurtarır: Artık Amerikanın, tek evrensel güç olarak, dünyanın himayesi görevini yerine getirmesinin yolu açılmış olur. Ne var ki bu görev, içerde ve dışarda, iktisadî ve siyasal bir canlılığın yeniden kazanılmasına bağlıdır. Bunun için, Birleşik Devletlere bir on yıl yetmiştir.

Askerî başarılara, diplomatik zaferler eklenir: Onlara, petrollere el koymak üzere, Iraka müdahale edip birkaç yıl içinde, bir milleti yok etmek gibi cinayetleri de eklemeli.

Birleşik Devletlerin ekonomik egemenliği bir gerçektir; ve onun eşsiz bir malî ve teknolojik temeli de vardır. Buradan kalkarak, kendisine uygun olacak bir yeni dünya düzeni yerleştirmeye gider. Bunun zorunlu sonucu, öteki ülkelerin ekonomilerinin de liberalleşmesidir; bu anlamda, dünyanın geri kalanına ödevler dağıtabilecektir. Böylece, liberalizmve küreselleşmeiç içedir. Her ikisinde de, Birleşik Devletler, başta gelen oyuncu ve asıl yararlanan durumundadır.

Gelişmeler, yeni bir dünya için - ister istemez - sorulara da yol açıyor: Küreselleşme kavramı, gitgide dünya çapında bir ekonomiyle bütünleşmeye götüren, malların ve hizmetlerin mübadelesi ile sermaye ve emek akışındaki gelişmeyi belirtse de kapitalist ekonominin dünya çapında genişlemesi söz konusudur. Gelişmenin kültür alanına bir yansıması olarak internetde, günümüzde, bir kültür küreselleşmesi değil, kültürel bir örneklik, bir Batılılaşma, dahası bir Amerikanlaşma olmakta. Böylece, egemen güç, yani Birleşik Devletler, küreselleşme diliyle, bir başka deyişle İngilizceyle, evrensel deriği birtakım değerleri dayatmış oluyor.

O değerler de şunlar: Demokrasi, bireysel irade, mülkiyet; ideolojilerin sona erdiğinde ısrar da onlara dahil!

Sonuç olarak, ortaya çıkan yeni dünya, Amerika Birleşik Devletlerinin egemenliğinde, deyim yerindeyse tek boyutlubir dünyadır: İktisadî, teknik, siyasal, hatta askeri yönlenişleri Birleşik Devletlerce çizilen Yeni Dünya Düzeninin dayattığı iş bölümüne uymaları istenir ülkelerden; ulusal devlettarihsel miadını doldurmuştur, ideolojiler de sona ermiştir, hatta tarihin sonudur denir.

Denir ama, onlara karşı söylenecekler de var... 90’lı yılların başında, bulunmaz Hint kumaşıymış gibi göklere çıkarılan Fukuyama adlı bir Amerikalı, Tarihin sonu geldi; dünya, liberalizmin tek ideoloji olarak egemen oluşu sayesinde sonsuz bir mutluluk çağına girmiştiryollu bir şeyler yazınca, Fransız yazar Alain Minc de, dayanamayıp Yeni Ortaçağ adlı bir kitap kaleme almıştı ve orada özetle şunları söylüyordu: Tam tersine, başı boş ekonomilerin, düzensizliğin, yolsuzluğun, mafyaların, din ve mezhep kavgalarıyla etnik boğuşmaların yaygınlaştığı yeni bir Ortaçağa giriyoruz.

Gelişmeler, Alain Mincı haklı çıkarmıştır.

İşin üzücü yanı, Samuel Huntingtonun 90lı yıllarda yayımlanan Uygarlıklar Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Oluşması adlı kitabında yaptığı gibi, tarih felsefesi havalarıyla ortaya çıkan, geçmişi olduğu kadar geleceği de bir dinler çatışması, özellikle de bir Hilal-Haç çatışmasıolarak düşünen kışkırtıcı kalemler görülüyor. Şu olgunun da altı çizilmelidir:

Kapitalist devletin, 1917 Devriminin arkasından, kendi halkına, özellikle de çalışan sınıflara, dikkatlerin başka yönlere çevrilmemesi amacıyla bir ödün olarak verdiği iktisadî-sosyal haklar, daha da genel olarak sosyal devletanlayışı, sosyalist rüzgârların dinmesiyle gerilemekte, küreselleşmenin, özelleştirme propagandasının etkisinde kalarak devlet küçülmekte, sonuç olarak eğitimden sağlığa kadar en yaşamsal alanlar denetimden sıyrılıp - liberalizmin erdemleri adına! - özel çıkarlara terk edilmektedir.

Öte yandan, Üçüncü Dünya ülkeleri için, koşulların daha da insafsızlaştığı bir ortamda, devletin öncülük edeceği akıllı uslu bir planlamanın öncülüğünde kalkınmaktan başka çare yoktur. Miadı dolduğu söylenen Ulus-Devlet, onlara bu bakımdan da gereklidir. Milletlerarası camiada da Ulus-Devletlerden korkmak için bir neden de yoktur. Son olarak şunu da soralım: Liberalizme mahkûm muyuz?

 

Liberalizme mahkûm muyuz?

Bilindiği gibi, liberalizm deyince, bireye, onun özgürlüğüne ve kamu yararına sonuçlanacağı için bireysel etkinliklerde özgürlüğe ayrıcalık tanıyanbir iktisadi kuram anlaşılıyor. Madalyonun bir de öteki yüzü var: Bireylerin bu iktisadi serbestliği gün gelip tehlikeye düşmesin diye, devletin bireysel özgürlükler karşısındaki yetkilerini sınırlamada savunuluyor. Böylece, iktisadi kuramla siyasal öğreti iç içe liberalizmde. Bu savunma, tarihin belli bir döneminin sınıfsal isterlerine de uygun düşmüş: Avrupada, 18. ve 19. yüzyıllarda, orta sınıfın, mutlakiyetçi, devlet düzenlerine ve dinsel dünya görüşüne karşı mücadelesinde biçimlenen dünya görüşünün bir parçası olarak doğmuş. Evrenselve kaçınılmazoluşunun tarihsel çerçevesi bu; ayrıca pragmatikve yararcıyanı ağır basan bir görüş. O yüzden, liberalizmin kapsamlı bir tanımının yapılması bile zor.

Liberalizmin Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler!ilkesinin, kapitalist ülkelerde, içerde işçi sınıfını ve emekçi kitlelerini; dışarda da, gerektiğinde emperyalizme başvurup dünya halklarını kanırta kanırta sömürerek nasıl uygulandığı da bilinmez bir şey değil. Yani homo economicusun istekleri yerine gelmiştir ama toplumların çektikleri büyük acılar pahasına olmuştur.

Ne var ki, sistemin üstüne kuşku bulutlarını yığacak asıl olay, 1929 Bunalımıdır. Bunalım, Birleşik Amerikadan başlayarak kapitalizmi çarpar ve homo economicusu ölüm döşeğine düşürür. Sistemin mayasında pragmatizmvar ya, Keynesin öncülüğünde, kimi dengesizliklere çare bulmak üzere, devletin piyasa ekonomisine karışmasını hakkı gösteren müdahalecilikkuramı böyle ortaya çıkar. Kuram birçok ülkece benimsenirse de, zamanla o da yumuşatılır. 1974 bunalımında sonra, Keynesçi politikalar, Şikagoda toplaşan Yeni İktisatçılarakımınca eleştirilir: Bu akım, aşırı müdahalelerinden dolayı özellikle devleti sorumlu tutuyor ve dolayısıyla katıksız bir liberalizme dönülmesini öğütlüyordu.

80’li yıllardan kalkarak, başta Birleşik Amerika olmak üzere kapitalist ülkeler, işte böyle bir liberalizmi uygulamaya girişirler: İngilterede Thatcherizmin uygulamış olduğu budur; Kara Avrupasında 1992de Maastricht Antlaşmasıyla taçlanan budur; Avrupa Birliğine girişte adaylara dayatılan da bu. Ayrıca, yeni liberal ideolojiönce Birleşik Amerikadan yol çıkmışsa nedeni de şudur: Bu ideoloji, Amerikan mali sermayesinin çıkarlarına yanıt veriyordu; söz konusu sermaye ise kapitalist hareketlerin dünya çapında serbestlik kazanmasının önündeki bütün engelleri kaldırma arzusundaydı.

Ama asıl dikkat edilmesi gereken şu: Kaçınılmazve evrenseldiye propagandası yapılan liberalizmin, gerçekte kapitalizmin çıkarlarına nasıl bağlı olduğu ve ona göre çehre değiştirdiğidir. Homo economicus, aslında bir soyutlamadan başka bir şey değildir; sermayenin çıkarları doğrultusunda o da kılıktan kılığa bürünmektedir. Ne var ki, şu son değişiklik, eskilere oranla çok daha köklü ve yıkıcıdır. Özetle, küreselleşme olgusuna, iletişim tekniğinin dev olanaklarını da arkasına alarak, liberalizm sahip çıkmıştır. Öyle olunca da, bütün sonuçları ve geleceğe doğru beklentileri kendi felsefesine göre yorumluyor. Bu arada, kafaları şartlandırıp bilinçleri körelterek gözlerin önüne bir duman perdesi çekiyor.

Hayır, liberalizme mahkûm değiliz!

Ve, kapitalizmin kalesindeki çöküşlerle birlikte (Bkz. Mustafa Balbay, ABDdeki Çöküş ve Küreselleşme, Cumhuriyet, . 9.2008) Yeni bir dünyanın sesleri de geliyor şimdiden...

Özellikle 1998de Hugo Chavezin Venezüella Cumhurbaşkanlığına seçilmesiyle beraber Güney Amerikada ilginç bir hareketlenme başladı. O tarihe değin onlarca yıl neredeyse Birleşik Amerikanın arka bahçesi gibi görülen Güney Amerika ülkelerinin önemli bir bölümü ABDye tavır almaya başladı. Hareketleniş başka yerlere de sıçramıştır ve artık dünya çok merkezlidiye deniyor; ABD, bölgede prestij kaybettidiye söyleniyor. Bu arada, doğrudan Türkiyeye yollanan ilginç mesajlar da var:AByi bırak, Avrasyaya bak! ABD, AB ve küresel tökezleme karşısında, serbest piyasa ekonomisinin bütün dünyada zorlandığı da bir gerçek. Bunalımdan en çok etkilenen ülkeler arasında, Türkiye de yer alıyor.

Bunlar yaşanırken, 7 Ağustos 2008de önemli bir olay oldu: Gürcistan lideri Saakaşvilinin aptalca çıkışı Rusyanın tepkisi ile karşılaştı. Olay, başta ABD olmak üzere, Batıdan tepkilere yol açtı. Vaktiyle büyük bir güç olan devlet, yarın da kendini saydıracak bir güç olmuşa benziyor.

Rusya yeniden sahnededir!

Gelişmelerin derinliğine eğildiğimizde (bkz. Leninden Putine Bir Rus Yüzyılı, Manière de voir, sy. 100, s.4), Sovyetler Birliğinin yıkılışından sonra dikkatleri ilk çekenler, Boris Yeltsinin iktidarında olanlardır: Yeltsin, komünizmi mezara gömerken, dizginsiz ve hayâsız bir kapitalizmin de emrini veriyordu. Bu çağdaşlaşmayı gerçekleştirmek için, koşulları var mı yok mu bakmadan, IMFnin iktisadi reçetelerini uyguladı; milyonlarca işçi ve emekliyi sefalete atma pahasına, yeni bir zenginler sınıfı yarattı; ülkenin zenginliklerini yok yere oligarşiye terk etti ve Birleşik Amerikanın uluslararası stratejisine gelip sokuldu. Yeltsin, ülkede yer yer denetimin kaybolduğu bir miras bıraktı ve dünya düzeninde de alabildiğine zayıflaşmıştı. Ne var ki, arkasından gelenler bu politikayı sürdürmediler. Onların içinde Vladimir Putinin tavrı önemlidir: Rusya, Batı dünyasına, onun bütün kurallarına tek taraflı olarak baş eğmeli; bu arada, Avrupa Birliğinin önerdiği enerji düzenine ve Amerikan antimisil şartlarına boyun eğmeli miydi?

Putin, buna karşı çıktı.

Daha önemlisi, Rusya bir demokrasiuyguluyordu. Ancak bu demokrasi, kuşkusuz, Batılıların ölçütlerine tamı tamına uygun değildir. Ama şunu da görmeli: Lenin ve Stalinin kurmak istedikleri toplum, Çarlığın mirası ile çatışıyor idiyse, Sovyetler sonrası rejim de reel sosyalizmle zıtlaşıyor. Öte yandan, dışarıdan da, otoriter ve emperyal bir Rus modeli de dayatılmak istenirken Putin ve arkadaşları da, yenileşmiş ve yurtsever anlamda bir sosyal ve siyasal çözümle karşı çıkmak istiyorlar.

Dün büyük bir güç olan Rusya, 21. yüzyılın kutuplarından biri olma davasındadır. Ülke, bu uğurda doğal kaynaklara ve insan zenginliğine sahip; ancak, içerdeki siyasal değişiklikleri gecikmeden gerçekleştirmeden bu davayı kazanamaz. Söz konusu seferberlik dışarıya açılırken, sivil toplumun gittikçe bağımsızlaşmasını gerektiriyor. Çarlık imparatorluğundan Brejneve kadar, rejimler, toplumun tepesinde otoriter ve merkeziyetçi bir denetime olan inançtan çöktüler. Bugünkü Rusyayı yönetenler ise bu çıkmazdan çıkmak istiyorlar.

Çıkmak zorundadırlar da...

Rusyadaki gelişmelerin yolunda olması şu bakımdan da önemlidir: Sovyetler Birliğinin yıkılması ile dünyanın tek kutuplubir duruma düşmesi, ABDnin halk ve sosyalizm düşmanlığına yolları açarken insanlığı da korkunç kayıplara götürmüştür. Yeniden çift kutuplu, giderek çok merkezlibir dünya, bütün temel sorunları birden çözecek olmasa da insanlığa - en azından - ohdedirtecektir.

Rusya ise, bu göreve - görünen - tek adaydır.

Türkiye de, o ohdiyecekler arasında olacaktır...

 

(Sürecek...)



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Türkiye Nereye Gidiyor? 10 Ağustos 2009
Masal ve Gerçek... 7 Şubat 2009

Günün Köşe Yazıları