Yazarlar Günün Köşe Yazıları Spor Konuk Yaşam Tüm Yazarlar
Türkiye nereye gidiyor? / 1
Düzenini arayan bir dünyada...
Artık Amerika’nın, tek evrensel güç olarak ağır basmasının ve kelimeleri ağzında dolaştırıp anlaşılmaz sesler çıkaran bir küreselleşmenin ötesinde, başka tehlikeler de var:
Dünyamızın “kirlenme”si başta olmak üzere, milliyetçi, cemaatçı, etnik ya da dinsel rekabetler.
Onlara gerilla, mafya ve uyuşturucu ilişkileriyle, devletin içine düştüğü bunalımı; bir de insan haklarına saygısızlığı eklemeli. Son olarak, kapitalizmin kalesinde çöküşler başlamıştır...
20. yüzyıl biterken ve yeni bir yüzyılın başlarında can alıcı sorunlardır bunlar.
Amerikan hegamonyası ve küreselleşme
Soğuk Savaş’ın sona ermesi, giderek Sovyetler Birliği’nin çöküşü, Birleşik Devletler’i, bloklar arasındaki dengeye bağlı baskılardan kurtarır: Artık Amerika’nın, tek evrensel güç olarak, dünyanın himayesi görevini yerine getirmesinin yolu açılmış olur. Ne var ki bu görev, içerde ve dışarda, iktisadî ve siyasal bir canlılığın yeniden kazanılmasına bağlıdır. Bunun için, Birleşik Devletler’e bir on yıl yetmiştir.
Askerî başarılara, diplomatik zaferler eklenir: Onlara, petrollere el koymak üzere, Irak’a müdahale edip birkaç yıl içinde, bir milleti yok etmek gibi cinayetleri de eklemeli.
Birleşik Devletler’in ekonomik egemenliği bir gerçektir; ve onun eşsiz bir malî ve teknolojik temeli de vardır. Buradan kalkarak, kendisine uygun olacak bir yeni dünya düzeni yerleştirmeye gider. Bunun zorunlu sonucu, öteki ülkelerin ekonomilerinin de liberalleşmesidir; bu anlamda, dünyanın geri kalanına “ödev”ler dağıtabilecektir. Böylece, “liberalizm” ve “küreselleşme” iç içedir. Her ikisinde de, Birleşik Devletler, başta gelen oyuncu ve asıl yararlanan durumundadır.
Gelişmeler, yeni bir dünya için - ister istemez - sorulara da yol açıyor: Küreselleşme kavramı, gitgide dünya çapında bir ekonomiyle bütünleşmeye götüren, malların ve hizmetlerin mübadelesi ile sermaye ve emek akışındaki gelişmeyi belirtse de kapitalist ekonominin dünya çapında genişlemesi söz konusudur. Gelişmenin kültür alanına bir yansıması olarak “internet” de, günümüzde, bir kültür küreselleşmesi değil, kültürel bir örneklik, bir Batılılaşma, dahası bir “Amerikanlaşma” olmakta. Böylece, egemen güç, yani Birleşik Devletler, küreselleşme diliyle, bir başka deyişle İngilizceyle, evrensel deriği birtakım değerleri dayatmış oluyor.
O değerler de şunlar: Demokrasi, bireysel irade, mülkiyet; “ideolojilerin sona erdiği”nde ısrar da onlara dahil!
Sonuç olarak, ortaya çıkan yeni dünya, Amerika Birleşik Devletleri’nin egemenliğinde, deyim yerindeyse “tek boyutlu” bir dünyadır: İktisadî, teknik, siyasal, hatta askeri yönlenişleri Birleşik Devletler’ce çizilen “Yeni Dünya Düzeni”nin dayattığı iş bölümüne uymaları istenir ülkelerden; “ulusal devlet” tarihsel miadını doldurmuştur, ideolojiler de sona ermiştir, hatta “tarihin sonu”dur denir.
Denir ama, onlara karşı söylenecekler de var... 90’lı yılların başında, bulunmaz Hint kumaşıymış gibi göklere çıkarılan Fukuyama adlı bir Amerikalı, “Tarihin sonu geldi; dünya, liberalizmin tek ideoloji olarak egemen oluşu sayesinde sonsuz bir mutluluk çağına girmiştir” yollu bir şeyler yazınca, Fransız yazar Alain Minc de, dayanamayıp Yeni Ortaçağ adlı bir kitap kaleme almıştı ve orada özetle şunları söylüyordu: “Tam tersine, başı boş ekonomilerin, düzensizliğin, yolsuzluğun, mafyaların, din ve mezhep kavgalarıyla etnik boğuşmaların yaygınlaştığı yeni bir Ortaçağ’a giriyoruz”.
Gelişmeler, Alain Minc’ı haklı çıkarmıştır.
İşin üzücü yanı, Samuel Huntington’un 90’lı yıllarda yayımlanan Uygarlıklar Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Oluşması adlı kitabında yaptığı gibi, tarih felsefesi havalarıyla ortaya çıkan, geçmişi olduğu kadar geleceği de bir “dinler çatışması”, özellikle de bir “Hilal-Haç çatışması” olarak düşünen kışkırtıcı kalemler görülüyor. Şu olgunun da altı çizilmelidir:
Kapitalist devletin, 1917 Devrimi’nin arkasından, kendi halkına, özellikle de çalışan sınıflara, dikkatlerin başka yönlere çevrilmemesi amacıyla bir ödün olarak verdiği iktisadî-sosyal haklar, daha da genel olarak “sosyal devlet” anlayışı, sosyalist rüzgârların dinmesiyle gerilemekte, “küreselleşme”nin, “özelleştirme propagandası”nın etkisinde kalarak devlet küçülmekte, sonuç olarak eğitimden sağlığa kadar en yaşamsal alanlar denetimden sıyrılıp - liberalizmin erdemleri adına! - özel çıkarlara terk edilmektedir.
Öte yandan, Üçüncü Dünya ülkeleri için, koşulların daha da insafsızlaştığı bir ortamda, devletin öncülük edeceği akıllı uslu bir planlamanın öncülüğünde kalkınmaktan başka çare yoktur. “Miadı” dolduğu söylenen “Ulus-Devlet”, onlara bu bakımdan da gereklidir. Milletlerarası camiada da “Ulus-Devlet”lerden korkmak için bir neden de yoktur. Son olarak şunu da soralım: Liberalizme mahkûm muyuz?
Liberalizme mahkûm muyuz?
Bilindiği gibi, liberalizm deyince, “bireye, onun özgürlüğüne ve kamu yararına sonuçlanacağı için bireysel etkinliklerde özgürlüğe ayrıcalık tanıyan” bir iktisadi kuram anlaşılıyor. Madalyonun bir de öteki yüzü var: Bireylerin bu iktisadi serbestliği gün gelip tehlikeye düşmesin diye, “devletin bireysel özgürlükler karşısındaki yetkilerini sınırlama” da savunuluyor. Böylece, iktisadi kuramla siyasal öğreti iç içe liberalizmde. Bu savunma, tarihin belli bir döneminin sınıfsal isterlerine de uygun düşmüş: Avrupa’da, 18. ve 19. yüzyıllarda, orta sınıfın, mutlakiyetçi, devlet düzenlerine ve dinsel dünya görüşüne karşı mücadelesinde biçimlenen dünya görüşünün bir parçası olarak doğmuş. “Evrensel” ve “kaçınılmaz” oluşunun tarihsel çerçevesi bu; ayrıca “pragmatik” ve “yararcı” yanı ağır basan bir görüş. O yüzden, liberalizmin kapsamlı bir tanımının yapılması bile zor.
Liberalizmin “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler!” ilkesinin, kapitalist ülkelerde, içerde işçi sınıfını ve emekçi kitlelerini; dışarda da, gerektiğinde emperyalizme başvurup dünya halklarını kanırta kanırta sömürerek nasıl uygulandığı da bilinmez bir şey değil. Yani homo economicus’un istekleri yerine gelmiştir ama toplumların çektikleri büyük acılar pahasına olmuştur.
Ne var ki, sistemin üstüne kuşku bulutlarını yığacak asıl olay, 1929 Bunalımı’dır. Bunalım, Birleşik Amerika’dan başlayarak kapitalizmi çarpar ve homo economicus’u ölüm döşeğine düşürür. Sistemin mayasında “pragmatizm” var ya, Keynes’in öncülüğünde, kimi dengesizliklere çare bulmak üzere, devletin piyasa ekonomisine karışmasını hakkı gösteren “müdahalecilik” kuramı böyle ortaya çıkar. Kuram birçok ülkece benimsenirse de, zamanla o da yumuşatılır. 1974 bunalımında sonra, Keynesçi politikalar, Şikago’da toplaşan “Yeni İktisatçılar” akımınca eleştirilir: Bu akım, aşırı müdahalelerinden dolayı özellikle devleti sorumlu tutuyor ve dolayısıyla “katıksız bir liberalizme” dönülmesini öğütlüyordu.
80’li yıllardan kalkarak, başta Birleşik Amerika olmak üzere kapitalist ülkeler, işte böyle bir liberalizmi uygulamaya girişirler: İngiltere’de Thatcherizmin uygulamış olduğu budur; Kara Avrupa’sında 1992’de Maastricht Antlaşması’yla taçlanan budur; Avrupa Birliği’ne girişte adaylara dayatılan da bu. Ayrıca, “yeni liberal ideoloji” önce Birleşik Amerika’dan yol çıkmışsa nedeni de şudur: Bu ideoloji, Amerikan mali sermayesinin çıkarlarına yanıt veriyordu; söz konusu sermaye ise kapitalist hareketlerin dünya çapında serbestlik kazanmasının önündeki bütün engelleri kaldırma arzusundaydı.
Ama asıl dikkat edilmesi gereken şu: “Kaçınılmaz” ve “evrensel” diye propagandası yapılan liberalizmin, gerçekte kapitalizmin çıkarlarına nasıl bağlı olduğu ve ona göre çehre değiştirdiğidir. Homo economicus, aslında bir soyutlamadan başka bir şey değildir; sermayenin çıkarları doğrultusunda o da kılıktan kılığa bürünmektedir. Ne var ki, şu son değişiklik, eskilere oranla çok daha köklü ve yıkıcıdır. Özetle, küreselleşme olgusuna, iletişim tekniğinin dev olanaklarını da arkasına alarak, liberalizm sahip çıkmıştır. Öyle olunca da, bütün sonuçları ve geleceğe doğru beklentileri kendi felsefesine göre yorumluyor. Bu arada, kafaları şartlandırıp bilinçleri körelterek gözlerin önüne bir duman perdesi çekiyor.
Hayır, liberalizme mahkûm değiliz!
Ve, kapitalizmin kalesindeki çöküşlerle birlikte (Bkz. Mustafa Balbay, “ABD’deki Çöküş ve Küreselleşme”, Cumhuriyet, . 9.2008) “Yeni bir dünya”nın sesleri de geliyor şimdiden...
Özellikle 1998’de Hugo Chavez’in Venezüella Cumhurbaşkanlığı’na seçilmesiyle beraber Güney Amerika’da ilginç bir hareketlenme başladı. O tarihe değin onlarca yıl neredeyse Birleşik Amerika’nın arka bahçesi gibi görülen Güney Amerika ülkelerinin önemli bir bölümü ABD’ye tavır almaya başladı. Hareketleniş başka yerlere de sıçramıştır ve artık dünya “çok merkezli” diye deniyor; “ABD, bölgede prestij kaybetti” diye söyleniyor. Bu arada, doğrudan Türkiye’ye yollanan ilginç mesajlar da var: “AB’yi bırak, Avrasya’ya bak!” ABD, AB ve küresel tökezleme karşısında, serbest piyasa ekonomisinin bütün dünyada zorlandığı da bir gerçek. Bunalımdan en çok etkilenen ülkeler arasında, Türkiye de yer alıyor.
Bunlar yaşanırken, 7 Ağustos 2008’de önemli bir olay oldu: Gürcistan lideri Saakaşvili’nin aptalca çıkışı Rusya’nın tepkisi ile karşılaştı. Olay, başta ABD olmak üzere, Batı’dan tepkilere yol açtı. Vaktiyle büyük bir güç olan devlet, yarın da kendini saydıracak bir güç olmuşa benziyor.
Rusya yeniden sahnededir!
Gelişmelerin derinliğine eğildiğimizde (bkz. “Lenin’den Putin’e Bir Rus Yüzyılı”, Manière de voir, sy. 100, s.4), Sovyetler Birliği’nin yıkılışından sonra dikkatleri ilk çekenler, Boris Yeltsin’in iktidarında olanlardır: Yeltsin, komünizmi mezara gömerken, dizginsiz ve hayâsız bir kapitalizmin de emrini veriyordu. Bu “çağdaşlaşma”yı gerçekleştirmek için, koşulları var mı yok mu bakmadan, IMF’nin iktisadi reçetelerini uyguladı; milyonlarca işçi ve emekliyi sefalete atma pahasına, yeni bir zenginler sınıfı yarattı; ülkenin zenginliklerini yok yere oligarşiye terk etti ve Birleşik Amerika’nın uluslararası stratejisine gelip sokuldu. Yeltsin, ülkede yer yer denetimin kaybolduğu bir miras bıraktı ve dünya düzeninde de alabildiğine zayıflaşmıştı. Ne var ki, arkasından gelenler bu politikayı sürdürmediler. Onların içinde Vladimir Putin’in tavrı önemlidir: Rusya, Batı dünyasına, onun bütün kurallarına tek taraflı olarak baş eğmeli; bu arada, Avrupa Birliği’nin önerdiği enerji düzenine ve Amerikan antimisil şartlarına boyun eğmeli miydi?
Putin, buna karşı çıktı.
Daha önemlisi, Rusya bir “demokrasi” uyguluyordu. Ancak bu demokrasi, kuşkusuz, Batılıların ölçütlerine tamı tamına uygun değildir. Ama şunu da görmeli: Lenin ve Stalin’in kurmak istedikleri toplum, Çarlığın mirası ile çatışıyor idiyse, Sovyetler sonrası rejim de “reel sosyalizm”le zıtlaşıyor. Öte yandan, dışarıdan da, otoriter ve emperyal bir Rus modeli de dayatılmak istenirken Putin ve arkadaşları da, yenileşmiş ve yurtsever anlamda bir sosyal ve siyasal çözümle karşı çıkmak istiyorlar.
Dün büyük bir güç olan Rusya, 21. yüzyılın kutuplarından biri olma davasındadır. Ülke, bu uğurda doğal kaynaklara ve insan zenginliğine sahip; ancak, içerdeki siyasal değişiklikleri gecikmeden gerçekleştirmeden bu davayı kazanamaz. Söz konusu seferberlik dışarıya açılırken, sivil toplumun gittikçe bağımsızlaşmasını gerektiriyor. Çarlık imparatorluğundan Brejnev’e kadar, rejimler, toplumun tepesinde otoriter ve merkeziyetçi bir denetime olan inançtan çöktüler. Bugünkü Rusya’yı yönetenler ise bu çıkmazdan çıkmak istiyorlar.
Çıkmak zorundadırlar da...
Rusya’daki gelişmelerin yolunda olması şu bakımdan da önemlidir: Sovyetler Birliği’nin yıkılması ile dünyanın “tek kutuplu” bir duruma düşmesi, ABD’nin halk ve sosyalizm düşmanlığına yolları açarken insanlığı da korkunç kayıplara götürmüştür. Yeniden “çift kutuplu”, giderek “çok merkezli” bir dünya, bütün temel sorunları birden çözecek olmasa da insanlığa - en azından - “oh” dedirtecektir.
Rusya ise, bu göreve - görünen - tek adaydır.
Türkiye de, o “oh” diyecekler arasında olacaktır...
(Sürecek...)
Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları
Günün Köşe Yazıları
Video Haberler
- Yeni Doğan çetesi davasında çarpıcı itiraflar
- Canlı tarih müzesi Hisart 10. yılında!
- Teğmenler Yüksek Disiplin Kurulu'na sevk ediliyor
- Tarihçi Yusuf Halaçoğlu'ndan şok iddialar
- TBMM'de 'Etki Ajanlığı' düzenlemesi tartışılacak: Amaç m
- Pera Palas'ta Atatürk Müze Odası
- İmamoğlu’ndan 10 Kasım paylaşımı!
- Donald Trump'ın yeniden başkan olması dünya ekonomisini
- Ege'nin Gündemi'nde bu hafta!
- Dubai çikolatasına rakip
En Çok Okunan Haberler
- Erdoğan belayı satın aldı
- ‘Kar leoparı’ neden cezaevinde
- Kılıçdaroğlu'na 'Meral Akşener' yanıtı
- Elazığspor'dan maça çıkmama kararı!
- Ünlü kebapçının kardeşi 20. kattan aşağı düştü!
- Kayyum belediyeyi kapattı!
- Ali Koç'tan çok sert Kayserispor açıklaması!
- Al Nassr'dan Talisca açıklaması!
- Yetki kısıtlayan teklif komisyondan geçti
- Çete lideri savunma yaptı, tutukluluğa devam kararı!