Özkök: Örgütlerin hep hedefi oldum ama devletten korkarım

05 Ekim 2015 Pazartesi

Ertuğrul Özkök, söyleşinin sonunda fotoğrafları çekilirken, “İzindeki o üç haftada bir kitap yazdım. Sadece dostlarımla paylaşacağım. Raflarda olmayacak” diyor. Kitabının adı: Annus Horribilis (En Kötü Yıl). Hangi yıl bu? 2013-2014 arasını işaret ediyor.

Gelelim daha yakına... Bodrum’daki mülteci faciasındaki sahile vuran çocuk cesedi fotoğrafıyla ilgili “Utan ey büyük adam” yazısı nedeniyle ‘Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a hakaret’ suçlamasıyla hakkında başlatılan soruşturmadan hemen sonra Hürriyet yazarı Ertuğrul Özkök izne çıktı. Üç hafta sonra köşesine döndü. Sorduk...

- Alıntılar şöyleydi: “Cumhurbaşkanı’na hakaret suçlamasıyla hakkında soruşturma başlatılmasının ardından izne ayrılan Ertuğrul Özkök...” Kitabın ortasından başlayalım: İzin mi, zorunlu izin mi?

Gerçekten izindi ve üstelik çok önceden planlanan bir seyahatti. Tatile çıktığımı yazdığım gün, Hindistan’a gitmiştim. Onun için de “kaçtı” dediler. Hindistan’dan da inançlar üzerine hazırladığım yeni kitabım için Machu Picchu’ya ve Peru’ya geçecektim. Maalesef Hürriyet’e saldırılar olunca programı iptal ettim ve döndüm. Bakın söyleyeyim; dönünce de Aydın Bey’in yanına gittim. Kaldı ki ben gazeteme zarar verdiğim duygusuna kapılsam, bunun gereğini zaten yaparım. Bir buçuk yıl önce yazdım. Yine söyleyeyim: Aydın Doğan beni yarın kapıya koysa, kapının önünde haklıdır, derim. Aydın Bey’in duruşunu tüm Türkiye gördü. Daha bu insanlar ne yapsın!

- Kapıya koydu mu sizi?

Yok öyle bir şey. Zorunlu izin ya da başka bir durum da yok.

Troller kelime peşinde...

- Emin Çölaşan, “Ertuğrul izne çıkınca” diyen aksine bir yazı yazdı. Aydın Doğan o yazıya bir mektupla cevap verdi. Ama mektup Hürriyet’te değil, Posta’da yayımlandı. Sizce neden?

Hürriyet’in yöneticisi değilim. Neden yayımlanmadı; bilemem. Arkasında bir şey de aramam. Ayrıca Emin Çölaşan çok haksızdı o yazıda. Ben o yazıya cevap bile vermezdim.

- İzinden sonraki ilk yazınız için “Özkök, çok sert geri dönmüş. Ama Özkök bu, bugün sert yazar, ertesi gün tonu düşürür” diyenlere, “öyle” der misiniz?

Öyle, ben böyleyim. Az önce Emin’i söyledim. Hakkımda koca kitap yazdı. Öfke hissetmiyorum, hiçbir şey hissetmiyorum. Daha önce en az 30 ayrı canlı yayında, Tayyip Erdoğan’ın yaptığı işlerin yüzde 70’ini hayranlıkla izliyorum, dedim. Bugün herkesin Cumhurbaşkanı olsun, şeref sözü veriyorum: Destekleyecek birinci insan ben olurum. Bende kin hafızası yok.

- Ya hakkında soruşturma açılan izin öncesi yazınız

Ben bunu üç kez yazdım. Sahile vuran bebeklerin, o çocukların katili Ortadoğu’nun siyasi kültürü, Ortadoğu’daki rejimlerin ve siyasetçilerin vicdansızlığıdır. Yazıda da bunun nedenlerini anlattım. 1) Ülkesini babasının çiftliği gibi yöneten Esad. 2) Rabia selamı yapan Müslüman Kardeşler. 3) İnsanların kafasını kesen IŞİD. 4) Suriye’nin içine müdahil olan komşuları ve diğer ülkeler. Burada Türkiye de var, İran da var, Yemen de var, Suudi Arabistan da var. Bakın, ben 27 Mayıs’ı, 12 Mart’ı, 12 Eylül’ü yaşadım. Böyle bir medya dönemi görmedim. 12 Eylül’den önce Uğur Mumcu, Nazlı Ilıcak, Rauf Tamer, Ahmet Kabaklı, birbirleriyle her türlü polemiği yaparlardı. Ama 12 Eylül’den sonra hiçbiri diğerini gammazlamadı. Ne şerefli insanlarmış onlar. Vay sen Cumhurbaşkanı’na katil dedin! Vay Hürriyet gazetesi terörü destekliyor! Akıl, fikir, hadi vicdanı bırakıyorum, insanda hiç değilse biraz izan olur. Hürriyet’e terör soruşturması açmak, PKK’yı destekliyorlar demek, nedir? İnsaf diyeceğim, ama yok biliyorum. Vicdan da, insaf da yok.

- Burada bir soru var: Hürriyet kendisine saldırı haberini neredeyse bazı gazetelerden daha küçük gördü. Keza Ahmet Hakan’a saldıranların üçünün AK Parti üyesi olduğu haberi Hürriyet’in birinci sayfasında yer almadı. Hürriyet haberi içeride AK Parti üyesi oldukları iddia edildi, diyerek gördü. Bu haberler eşliğinde kimi akıllardan geçiyor: “Aman alttan alalım, temkinli olalım, denildikçe, günün sonunda DHKP-C’li, PKK’lı olmakla da itham edildiler?”

Hürriyet’i yöneten Sedat Ergin, benim 35-40 yıllık arkadaşım. Sedat’ın ahlakını, gazetecilik titizliğini asla tartışmam. Ben Sedat’ın hangi saikle davrandığını bilmiyorum. Ama Sedat’ın hangi baskılar altında bu işi yapmaya çalıştığını çok iyi biliyorum. Hürriyet’in üzerinde öyle bir baskı var ki artık cümlelerle değil, kelimelerle uğraşıyorlar. Kullandığınız her kelime, resim altındaki her ifade bir trol ordusu ve devletin kurumları tarafından her gün insafsızca, hayâsızca eleştiriliyor. Böyle bir durumda bu gazetenin genel yayın yönetmeninin diğer gazetelerden daha temkinli davranması anlaşılabilir. Sedat’ı çok iyi anlıyorum. Orada ben otursaydım çok daha temkinli davranmak durumunda kalabilirdim.

- Neden?

Bugün bana halen 20 yıl önceki manşetlerin hesabını soranlar, dün manşetleri ile Kuddusi Okkır’ı öldürenler, Yarbay Ali Tatar’ın intiharına sebep olanlar, yüzlerce insanın hayatını çalanlar, acaba aralarında Poyrazköy davasındaki tahliye haberini manşetten gören var mı? Yanıtları nedir: “Yanılmışız! Aldatıldık.” Pardon, bu kadar basit mi?

 

İkinci andıcı yaşayamam

- Onlar da size “Gerekirse silah kullanırız” manşetini soruyor şimdi.

Darbeleri Araştırma Komisyonu’nun kayıtlarında var. Orada sorduklarında aynen söyledim. Manşetteki bu sözü kim söylemiş? Genelkurmay yetkilileri. O gün beş gazete bunu manşet yaptı. O söz, 93 gazetecinin önünde söylendi. Bu gazeteciler içinde Hasan Cemal, Cengiz Çandar ve Ali Bayramoğlu da vardı. Ben de vardım. Ve askerler bu lafı söylediler. 35’inci maddeye atıfta bulundular. AKP’li milletvekiline de sordum: O gün daha İç Hizmet Kanunu değiştirilmemişti. Siz 10 yıldır iktidardasınız, 35. maddeyi neden değiştirmediniz? Bu manşet üzerinden bana hesap soranlar, Silivri manşetleri ile kararttıkları hayatların hesabını versinler. Paralel dedikleri yapıyla kucak kucağa beraber operasyon yaptı o gazeteler.

- Burada Nazlı Ilıcak’lar sesleniyor: “Hürriyet, paralel ile mücadele söylemi ile sarı öküzü bir de öyle veriyor” tartışması mevcut.

Bakın, yayın yönetmeniydim. Kafes davası haberi geldi önüme. Nerede belge; yok. Kim anlattı; polisler anlattı. Hayır kardeşim, dedim. Benim sırtımda bir andıç var, bir vicdan yükü var. Elime şimdi sizin söylediğiniz gibi bir haber geldi. Haberi verdik ve çok sevdiğim iki arkadaşıma hayatımın en büyük haksızlığını yaptım ve bu utancı hayatımın sonuna kadar yaşayacağım. Bir daha aynı şeyi yaşamam, dedim. İyi ki de öyle davranmışım. Şimdi bugün Silivri davalarındaki haksızlıkları, kaçan savcıları görmezden mi geleceğiz? Kimse üzerindeki sorumluluğu atmaya kalkmasın. O zaman, Ergenekon’dan yargılananlar arasında darbeciler olabilir ama sahte belgelerle insanları suçlamaya kalkarsanız hepsi şerefli insanlar olarak aramıza geri döner, dedik. Yine aynısını söylüyorum. Paralel yapı ile mücadele denilen meselede hukukun dışına çıkarsanız onlar da aynen haksızlığa uğrayanlar olarak gelirler.

- Şimdi sözünüz üzerine sizin deyimle karşı mahalleden duyabilirsiniz: “Türkiye’yi okuyamıyorsun! Attığın manşetler yanlış. Bakınız, Muhtar bile olamaz.”

Hadi konuşalım, muhtar bile olamazı... Bugün olsa yine aynısını kullanırım. Neresini düzelteyim? 1) Manşet değildi. 2) Söyleyen biz değiliz, hukukçular. 3) Haber doğru, o gün aldığı cezayla muhtar bile olamazdı. Kanunlara göre seçilme hakkı yoktu, milletvekili olamadı. Nasıl oldu; Deniz Baykal demokratça davrandı. Anayasayı değiştirdiler ve Siirt’ten seçim yolu açıldı. Siyasi olarak sen bunu kullan, bana ne! Haber doğru. Türkiye’yi okuyamama laflarına da gelelim. Ben Türkiye’yi okuyamıyorum ama Türkiye benim yaptığım gazeteyi okuyor. Şu anda da Hürriyet’in tirajı Sabah, Star, Akit, Takvim, Akşam aklınıza ne gelirse o gazetelerin hepsini biraraya koyun hepsinden fazla. Onlar nedense Türkiye’yi okuyorlar ama Türkiye onları okumuyor! Adam bana Türkiye’yi okuyamıyor diye hesap soruyor. Hadi oradan. Sen önce kendi gazeteni okut, sonra Türkiye’yi okumayı tartışalım.

- Tarih 2009, Aydın Doğan’ın Taraf’taki söyleşisinden alıntılıyoruz: “Tayyip Bey, özel sohbetlerinde bana abi derdi.” Tarih 2012: Tayyip Erdoğan ve eşi, Doğan Ailesi ile birlikte Trump Towers’ın açılışını yapıyorlar. İplerin kopmasının miladı nedir sizce?

Deniz Feneri davası. Deniz Feneri davasını haberleştirmeye başlayınca bütün her şey başımıza geldi. Bu kadar basit.

- Medya kulislerindeki tarafını soralım: “Orada Zahit Akman’la başlayan haber trafiğinde Hürriyet Erdoğan’ı işaret eden bir haber zinciri izledi. Özkök de çiziği o gün yedi?”

Biliyorsunuz değil mi; 1999 depremini de ben yaptım! Ayrıca bunları söyleyen insanlar gazetelere bakmıyor bile. Hürriyet’te bu olayı AKP’ye ve Başbakan’a bağlayan tek satır haber çıkmadı. Almanya’da mahkemede ne karar verildi, ne konuşuldu, tartışma nasıl gitti ise sadece onu verdik. Hepimiz biliyoruz, o dava göz göre göre kapatıldı. Müslümanlık adına para toplanmış, o paranın nereye gittiği belli değil. Müslümanlar bu davaya daha fazla sahip çıkar zannettim. Almanya’da mahkûmiyet verilmiş, bu paraları verenlerin hakkını koruyan yayıncılık yaptım, bana hesap soruluyor.

Sevme kardeşim beni...

- “Ertuğrul sabahtan akşama AK Parti güzellemesi yapsın, fayda etmez. Ertuğrul çiziği yedi.” Bu neyin tercümesi sizin için?

Türkiye’de demokrasinin olmadığının tercümesi elbette. Beni sevme kardeşim, şahsi olarak sevme de kurumsal olarak çizmek ne demek? Hangi demokraside var?

- Deniz Feneri haberlerine Aydın Doğan’ın refleksi ne olmuştu?

Aydın Bey gazetede okudu Deniz Feneri haberlerini. 3 gün sonra, bu olay nedir, diye sordu. Bunları söyleyenler, Aydın Doğan emir veriyor, biz de haber yapıyoruz sanıyor.

- Sizden bir alıntı: “28 Şubat’tan alacaklar diye üç yıl başımın ucunda valizle yattım.” “Atlattık galiba” gibi bir ruh hali mi?

Hapse girmeyi kimse istemez. 68 yaşındayım. Çok güzel bir hayat verdi Allah bana. Hapse girersem, bu güzel hayatın zekâtı olur, derim, dedim. Yani korkmadım. Ama kızım çok etkilendi. Sabah sekizden önce telefon çalsa çok korkuyordu. Çok üzüldü, ben onun üzülmesine üzüldüm

- Aydın Doğan’la hapis konusunu konuştunuz mu?

Bunu Türkiye’de kim konuşmadı ki. Bakın ben 20 yıl öldürülen bir genel yayın yönetmeninin koltuğunda oturdum. İki kez Allah’ın yardımıyla bombalamadan kurtuldum. PKK’nın hedefi oldum, DHKP-C’nin hedefi oldum, İslamcı örgütlerin hedefi oldum. PKK, DHKP-C, İslamcı örgütler, mafya tehdit etti beni. Ama bunlardan çok daha fazla devletten gelen bir şeyden korkarım ben. Kapımı çalan polisin biri beni oyalarken, öteki buzdolabının arkasına bilmem ne diski koyarsa buna karşı ne yapabilirim? Ne önlemi alabilirim? Tevekkül buradan geldi bana. Yargısıyla, polisiyle, siyasi iktidarıyla bu devlet her türlü kötülüğü yapabilir, yaptığını gösterdi geçmişte. O gün “paralel” dediler. Bugün adı başka, aynı alışkanlık devam ediyor. Evet, korkmuyoruz, diyoruz. Korkmuyoruz ama bu, devlet bize bir şey yapmaz demek değil, maalesef yapar.

‘Ethem Sancak POA Ş’ı soruyor, dinime küfreden mümin olsa’

- Ahmet Hakan’a saldırı haberini nasıl aldınız?

Sedat aradı. Sedat’la komşuyuz. Beraber gittik hastaneye.

- Hakan nasıldı, saldırıyla ilgili neler anlattı?

Ahmet çok sakindi. Gayet sakin anlattı: “Arabadan iniyordum. Bir araba yanaştı. O arada ben arabadan çıktım. Üçü benim üzerime geldi, biri şoförün üzerine gitti.” Sonra bir tanesi Ahmet Hakan, diye bağırmış. Ahmet’e yumruk atmış. Arabanın üzerine fırlatmışlar. Ahmet’e söyledim o gece, yine de şükredelim, ucuz atlatılmış bir şey. Bu adamlar korkutucu. Bu saldırı hepimize yapıldı. Türkiye’de serseri mayın gibi her an insana saldırmaya hazır hücreler dolaşıyor. Bu olay da basit bir trafik kazası gibi geçiştirilecekti. Biz hastanedeyken meseleye trafik tartışması diye bakılıyordu. Görüntüler geldi. Adamlar keşif yapmışlar, takip etmişler. AKP’li çıktılar. AKP’ye üye olmaları AKP’yi suçlamamızı da gerektirmiyor. Bugün Hürriyet’in içinden bir katil de çıkabilir. Çalışanlarınızın, üyelerinizin hepsini kontrol edemezsiniz. Ama şu önemli: Ahmet Hakan’a saldıranlar yakalandı. Buradan sesleniyorum: Hürriyet yazarına yapılan saldırıyı bulan polis, Star Medya Grup Başkanı’na yapılan saldırıyı da ortaya çıkarmalı. 18 kurşun atıldı orada. Peki, kimdi onlar?

- Ethem Sancak da kısa süre önce size şunu sordu: “Dışbank ve POAŞ nasıl, ne kadara alındı, kaça satıldı? Kimler, hangi haberlerle esir alınarak bu işler yapıldı?”

POAŞ, televizyonda canlı yayınlanan, içinde KOÇ gibi dev gruplarında bulunduğu 18 şirketin eşit şartlarda yarıştığı bir ihalede, İŞ Bankası ve Doğan Grubu’nun en yüksek teklifi vermesiyle alındı. Ben de Ethem Sancak’a sorayım. Lütfedip bu ülkenin Cumhurbaşkanı’na, kendisi o zaman başbakandı, o da şunu sorsun: Sadece bir grubun girdiği koskoca Sabah Medya Grubu’nun alım sürecinde ne oldu acaba? Ortada böyle bir olay varken 18 şirketin katıldığı ihalenin hesabını sormak... Dinime küfreden mümin olsa, diyeceğim.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları