İçişleri Bakanı HDP'li bakanı uyardı: Selahattin Bey, Cizre'ye gitmesin!

21 Eylül 2015 Pazartesi

Avrupa Birliği Bakanı Ali Haydar Konca, mülki idare amirliğinden gelen bir isim. Bir dönem avukatlık da yapan Konca, HDP Kocaeli milletvekili olarak parlamentoya girdi. Şırnak, Cizre'deki sokağa çıkma yasağı nedeniyle ilçeye gitmek isteyen HDP heyetinde de yer alan Bakan Konca, hükümet üyeleri ile yaptığı Cizre temaslarını açıkladı. Gelecek Bakanlar Kurulu'nda aktaracağı notlarını anlattı.

- Bakanlar Kurulu şimdiye dek bir kez toplandı. Kabine üyelerinden daha önce tanıştığınız isimler var mıydı?

Bilim Sanayi ve Teknoloji Bakanı Sayın Fikri Işık'ı Kocaeli'nden tanıyordum. Masada sağ ve sol yanınızda oturan bakanlarla doğallıkla el sıkışarak tanışıyorsunuz zaten. Genel tanışma ortamı şöyle gerçekleşti. Sayın Başbakan herkesin elini hızlıca tek tek sıktı. Ayrıca herkes sırayla kısaca özgeçmişinden bahsederek, kendini tanıttı. Kimin hangi alanlardan geldiğini böylece öğrendik. Sonrasında kabinenin belirli bir gündemi oluyor elbette, o gündem temelinde görüşüldü.

 

“İlk Bakanlar Kurulu gayet olumluydu”

- Çıkışta neler hissettiniz, nasıl bir başlangıçtı sizin için?

Sağlıklı siyasi ilişkilerin beşeri ilişkiler üzerine kurulabileceğine inanıyorum. Bu anlamda ilk toplantıda da Sayın Başbakan'dan ya da diğer bakanlardan beşeri anlamda hiçbir soğukluk vb. bir his almadım. Samimiyetle söyleyeyim; gayet olumlu bir atmosferdi. Hatta basına açıklama yapılmadan önce Sayın Başbakan'a hitaben 1 Eylül'ün Dünya Barış Günü olduğunu, Türkiye'deki çatışma sürecinin bütün toplumu üzdüğünü, barışın yeniden oluşturulması bağlamında bir açıklama yapmanın yatıştırıcı ve iyi olacağını düşündüğümü ve bunda ısrar ettiğimi söyledim. Anımsayacaksınız, Sayın Numan Kurtulmuş tarafından da o paralelde bir açıklama yapıldı. Bu, başlangıç olarak benim için iyiydi.

 

“Kültür Bakanı'nın sözleri abesle iştigal, kendi işiyle meşgul olsun”

- Kültür Bakanı Yalçın Topçu'nun Cizre ziyaretiniz nedeniyle size ve Kalkınma Bakanı Müslüm Doğan'a yönelik “ya istifa etsinler ya azledilsinler” sözlerini duyduğunuzda aklınızdan ne geçti?

Bizim, Kalkınma Bakanı Müslüm Doğan ile birlikte, bu hükümette yer almamız anayasal bir zorunluluktan kaynaklanıyor. Ben bu duruma “zorunlu sorumluluk” diyorum. Bakanlık görevini bize kimse bir lütuf olarak vermedi, anayasa verdi. Biz de görevimizi ülke yararları ve vicdani sorumluluğumuz doğrultusunda yerine getirmeye çabalıyoruz. Üstelik seçilmiş bir kişi olmayan, atanmış bir kişi olarak Sayın Kültür Bakanı'nın durumdan vazife çıkararak, “ahlaklılarsa istifa etsinler ya da azledilsinler” gibi bir söz söylemesi ne haddidir ne de hakkıdır. Bunu şiddetle kınarım, açıkçası o seviyeye düşmeyi de istemiyorum. Sayın Kültür Bakanı kendi işiyle meşgul olsun, kendisini değerlendirsin ve yer aldığı bakanlığın görevlerini yapmaya çalışsın. Bizim nasıl görev yapacağımıza ve neden Cizre'ye gittiğimize onun karar verme yetkisi yoktur. Kendisinin sözleri tek kelime ile abesle iştigal etmiştir. Kaldı ki çok acı bir süreç yaşıyoruz. Bu bağlamda yaşanan süreci ayrıntılı olarak anlatmakta fayda görüyorum.

- Buyurunuz...

İdarecilikten geldiğim için özellikle güvenlik bağlamlı yönetimin çok hassas olduğunu biliyorum. Bir devlet kendisi dışında silahlı bir güç var ise ona karşı elbette güvenliği sağlayacaktır, gerekli önemleri alacaktır. Orada tartışılacak bir konu yok. Ancak devlet bunu yaparken çok ilkeli, şeffaf ve açık olmalıdır. Başka bir ifade ile hukuk kuralları dışına çıkmamalı, taşmamalıdır. Bu süreçte yaptığım görüşmelerde Sayın İçişleri Bakanı'na da Şırnak Valisi'ne de bir cezalandırma gibi topyekun sokağa çıkma yasağının ve o görüntülerin Türkiye için hayırlı olmayacağını, bölgede de sıkıntı yaratacağını, konunun beşeri ilişkilerle çözümünün doğru olacağını söyledim.

 

“Cizre'ye gitmeden önce İçişleri Bakanı aradı, Selahattin Bey'i ikna etmemi istedi”

- Cizre'ye gitmenizden önce mi oluyor bu konuşmalar?

Evet, Cizre'ye gitmemizden önce Sayın İçişleri Bakanı beni aradı. “Selahattin Bey'in Cizre'ye gideceğini duyduklarını, şu aşamada oraya gitmenin iyi olmayacağını, operasyonlar nedeniyle güvenlik riski olduğunu” söyledi. Bakanlar Kurulu'nda birlikte olmaktan kaynaklanan meslektaşlıkla da devreye girmemi, bir nevi aracı olup Selahattin Bey'i ikna etmemi istedi.

- Siz ne dediniz?

Şu ikisini hayata geçirelim, önerisinde bulundum. 1) Biz oraya gittiğimizde sokağa çıkma yasağı kaldırılmış olsun, bizler de vatandaşları teskin edelim, dinleyelim. 2) Bu olmayacak ise aracı olarak gidelim, bu işi çözmeye çalışalım dedim. Kabul görmedi, ertesi gün yola çıktık.

 

“İçişleri Bakanı arabulucu olmamızı kabul etmedi”

- Nasıl kabul görmedi?

Bizim grup olarak gidip taraflar arasında arabulucu olmamızı kabul etmedi Sayın Bakan. Operasyonlar yapılacaktır, dedi. Bunun üzerine Cizre seyahatimiz başlamış oldu.

- Geçişinize izin verilmedi. Arabalardan indiniz, arazide yürümeye başladınız. O anlarda neler hissettiniz?

Evet, arazide altı-yedi kilometre yürüdük. İşin doğrusu yürüyüşte en arkalarda kaldım; daha önce kalp krizi geçirdiğim için stent ameliyatım var. Bakan olmuşsunuz, milletvekili olmuşsunuz, halk sizi seçmiş; fark etmiyor. Muamele aynı. Önümde yürüyen insanlara bakıyorum; milletvekili, eşbaşkan, bakan, insanlar hep birlikte yürüyor. Amacınız, sıkıntıyı, acıyı dindirmek. Ülkem adına çok büyük üzüntü duydum. Tekrar edeceğim, hiçbir devlet karşısında bir silahlı güç varsa seyirci kalmaz. Bu çok açık. Ama devlet, bunu yaparken halkının güvenliği için her türlü önlemi alır. Devletin istihbarat birimleri yok mudur; hangi evde, kimde hangi silahlar var ise orayı kuşatırsınız, deyim yerindeyse, dalından armut koparır gibi sorunu çözersiniz. Diğer yandan size sormazlar mı; o silahlar oraya nasıl geldi? Niye tedbir almadın? Bizi can güvenliği nedeniyle Cizre'ye sokmadıklarını söylediler. Bu insanlar can güvenliği için evlerine hapsedildi ise, öyle can güvenliği olmaz olsun, 23 kişi öldü. Perişan oldu insanlar. Cizre'de olanlar halkın topyekun cezalandırılmasıdır. Cizre'nin bütünü örgüt olarak mütalaa ediliyorsa söylenecek söz kalmıyor. Bunları düşündüm.

- Başbakan'la özel bir temasınız oldu mu o arada?

Hayır, Cizre yürüyüşüne başlamadan önce Sayın Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş'u aradım. Kendisiyle iki uzun konuşmamız oldu. Ona da aynı şeyi söyledim. Burada yapılan uygulamanın hukuk ve insan haklarıyla alakası olmadığını, toplumda büyük kırgınlığa, duygusal kopuşlara yol açabileceğini dolayısıyla bunun Türkiye'nin geleceği açısından iyi bir yol olmadığını söyledim. Konuşun, tartışın, biz bir heyet oluşturalım, o heyet Cizre'ye gitsin, ikna yoluyla bu işi çözmenin çaresini bulalım, dedim.

 

“İçişleri Bakanı, iki bakan Cizre'ye gidebilir, demiş, onu da biz kabul etmedik”

- Numan Kurtulmuş, nasıl yanıtladı?

Sayın Kurtulmuş açıkçası olumsuz bakmadı ama oradan da olumlu bir çözüm üretilmedi. Kendisi konuyu konuşup geri döneceğini söyledi ve geri döndü. İçişleri Bakanı ile arayacaklarını söyledi. İçişleri Bakanı da Kalkınma Bakanı Müslüm Bey'i aradı. “Eğer ille de gitmek istiyorsanız, iki bakan gidebilirsiniz” şeklinde bir beyanı olmuş Müslüm Bey'e. Onu da biz kabul etmedik.

- Neden etmediniz?

Biz sonuç itibariyle Cizre'yi bilmeyiz, yanımızda yörenin vekilleri var, onlarla birlikte heyet olarak gidelim ki, sağlıklı temaslar kurulabilsin diye düşündük. O nedenle İçişleri Bakanı'nın bu önerisinin doğru olmadığını, bir heyetle gitmemiz gerektiği konusunda Numan Bey'i tekrar aradım. Görüşüp, bize tekrar döneceğini söyledi. İkinci kez dönmedi Numan Bey.

- Bu heyet kabul görseydi heyet YDG-H'liler mi görüşecekti?

Oradaki silahlı gençleri ikna etmek için bir kanal, bir formül arayacaktı heyet. En azından yeni ölümler olmadan bir çözüm üretmekti niyet.

 

“Ambulansların bile silahla tarandığına dair bilgiler var”

- Bakanlar Kurulu'nda söze nereden başlayacaksınız?

Tabii Bakanlar Kurulu'nun bir gündemi vardır. Sayın Başbakan ile hiç görüşmediğimiz için, toplantının uygun bir aşamasında konuyu açacağım. Cizre'deki olayların yüzünün gösterildiği gibi olmadığını, gerçekte oradan yaşanan trajediyi anlatacağız. Cizre konusunu kesinlikle gündeme getireceğiz. Orada ölenlerin yaşlarına baktığınızda bir buçuk yaşında çocuk da var, 12 yaşında çocuk da. 50, 60, 75 yaşında insanlar da var ölenler arasında. Bütün bu insanları örgüt militanı olarak nasıl kabul edebiliriz? Kim inanır buna? O dokuz gün içerisinde çok büyük sıkıntı çekti insanlar. Bu yasak, topyekun bir cezalandırmadır, dize getirmedir. İradelerini kırmadır. Elektrik yok, su yok, cenazesini alamıyor. Hastası var, hastaneye gidemiyor. Hastanede bir doktor var. Ambulansların bile silahla tarandığına dair bize ulaşan bilgiler var.

- Kaynağı nedir bu ambülans meselesinin?

Telefonla bildirilen, vatandaşın söylediği bilgilerdir. Sayın Başbakan'a hukuk devleti ve insan hakları konusunda ödünsüz olacağımızı, bunun ülkeye ve ulusa düşmanlık değil aksine ülkemizin geleceği için gerekli olduğunu söyleyeceğiz. Yanı sıra, Kültür Bakanı'nın bize yönelik açıklamasıyla hakkını ve haddini aştığını, Sayın Başbakan'ın buna en azından bir uyarı yapması gerektiğini ifade edeceğiz.

 

“Başbakan'ın Kültür Bakanı'na, yanlış yaptın, demesi gerekir”

- Son demecinden sonra Kültür Bakanı'yla ilk kez yüz yüze geleceksiniz...

Bence o arkadaşın özür dilemesi gerekir, yapması gereken odur. Başbakan'ın da kendisine “yanlış yaptın” demesini beklerim. Demezlerse de yapacak bir şey yok, zorunlu sorumluluğumuzu yerine getirmeye devam edeceğiz. Masada oturacağız.

- Kültür Bakanı'nın sözlerinden sonra kabine üyelerinden sizi arayıp, bu açıklamanın uygun olmadığını ifade edebilecek bir refleks aldınız mı?

Maalesef. İşin açıkçası, bekledim bunu. En azından belki Sayın Başbakan arar, “doğru bir beyan olmamıştır” der diye umut ettim. Ama maalesef ne Sayın Başbakan'dan ya da diğer kabine üyelerinden olumlu ya da olumsuz, yüz yüze ya da telefonla hiçbir tepki almadım.

- HDP binalarına yönelik saldırılar ve yangınlardan sonra kabine üyelerinden geçmiş olsun mesajı aldınız mı?

Maalesef almadım. Ne yazık ki bu da Türkiye'de demokrasi çıtasının ne kadar düşük olduğunun göstergesi.

 

“Bizi engelleyen polis, arama yapan asker söylüyor: Bu gidiş, gidiş değil”

- Bölgedeki valilerle de görüştünüz. “Merkezin kararlarını uyguluyoruz, sokağa çıkma yasaklarından bizim de canımız yanıyor” diyen valilerimiz var mı?

Ben öyle bir şey duymadım. Öyle düşünse bile idareciler bunu kolay kolay söylemez. İdare daima iktidarın elinde ve bükülmeye müsait bir organdır. Fakat inanınız yolda bizi engelleyen polis, arama yapan asker, jandarma herkes şunu söylüyor: Bu iş, iş değil, bu gidiş, gidiş değil. Bunu diyen çok oluyor. Onlar (kolluk kuvvetleri), idarecilere göre duygularını biraz daha rahat dile getirebiliyorlar. Çatışmasızlık ortamı, insanlarda bir umut yaratmıştı. Tam da çözümün bir noktaya ulaşacağı anda, masanın devrilmesi ile başlayan süreç, 7 Haziran sonrası yaşananları irdelediğinizde bir elin belirli hesaplarla ortalığı karıştırdığı çok meydanda. İnsanlar bunu görüyor. Kanaatime göre şu da enteresan bir anekdot. Canlı kalkan eylemini incelemek için Lice'ye gittiğimde, o zaman milletvekiliydim, polisler bizi engellendiğinde, “vurmaya, kırmaya değil, olabilecekleri önlemeye gidiyoruz” diye kendimizi anlattığımızda gayet anlayışla karşıladılar. “Emir alıyoruz, emirleri uyguluyoruz. Siz iktidara gelin, emredin sizin dediğinizi yapalım” demişlerdi. Bu da ilginçti.

- Tam burada Cumhuriyet'in haberini soralım. Cumhuriyet, Şırnak Valiliği’nin operasyondan 2 hafta önce İçişleri Bakanlığı’na gönderdiği bir yazıya ulaştı. Şırnak Valisi, bir orduyu donatacak malzeme istemiş: “42 Kobra, 20 silahlı Ejder, 170 Shortlan, 50 TOMA, 20 silahlı/zırhlı kepçe, 1 helikopter, 3 İHA, 60 zırhlı Ford Ranger, 2 bin polis daha gönderin.” Nasıl değerlendirdiniz?

Çok korkunç bir şey, tahmin ediyorduk ama bu kadar ayrıntısını bilmiyorduk. Bu bir savaş ilanı halidir, o kadar silahla ne yapılır Allah aşkına? Sonuç itibari ile 120 bin nüfuslu bir ilçeden bahsediyoruz. O kadar ağır, büyük silahlarla kime karşı, hangi cephede karşılık verilir? Açık söyleyeyim ben ürktüm. İyi ki de temin edilememiş, gönderilememiş. Yoksa ilçenin hepsi yerle bir edilebilirdi.

- Sizin Şırnak Valisi ile temaslarınız oldu...

Çok oldu. İdarecilik hem soğukkanlılık hem feraset gerektiren bir şey, yönettiğiniz yörede insanların temel hak ve ihtiyaçlarını korumayı gerektirir. Kendisine, Sayın Vali siz bu krizi yönetemiyorsunuz, dedim. Son söylediğim söz bu oldu.

- Sağlık Bakanı ile de temasınız olmuş, değil mi?

Evet, bir kısım cenazelerin morga kaldırılması ve yaralıların hastaneye nakli için Sağlık Bakanı'yla görüşmemiz oldu.

- Nasıl bir mesai oldu aranızda?

Sayın Bakan'ın danışmanıyla daha çok muhatap oldum. Sayın danışman kendisi de hekim, hekimlik yemininin gereğini yapma konusunda çaba içinde oldu. Tabii onu aşan haller de oldu, o ayrı konu.

- Niçin Bakan'la değil de danışmanı ile daha çok görüştünüz?

Sayın Bakan o günlerde İstanbul'daydı, kendisine telefonla ulaşamadığım için, ikinci telefonunu aradım. Ona da danışmanı çıktı. O arada Bakan Bey'le de görüştüm. Bakan'ın da ilk etaptaki hali gayet olumluydu. Talimat vereceğini, ilgileneceğini söyledi. Takibinde ise “operasyonlar var” gibi tutumları oldu.

 

“Milletvekilliği de istemiyorum, bakanlık da, yeter ki çatışma dursun”

- Gelelim hepimizi ilgilendiren o soruya. Öyle bir yerdeyiz ki, şehit cenazeleri birbirini takip ediyor. Cizreli Cemile'nin cenazesi derin dondurucuda bekletiliyor. Yine Cizre'den 74 yaşındaki Mehmet Amca'nın cesedi sabaha dek vurulduğu kaldırımda kalıyor. İbrahim Çay'ı komşuları linç ediyor, zorla Atatürk büstünü öptürüyor. Can yakan örnekleri çoğaltmak mümkün. Soru açık: Böyle bir ortamda Bakanlar Kurulu üyeleri masaya AK Parti'li, HDP'li gibi değil “sadece insan” olarak oturabilir mi? Şimdilik bakanlık makamına dair ne öğrendiniz?

İnanınız şu çatışma dursun, çocuklarımız, insanlarımız ölmesin, ağlamasın, ağıt yakmasın. Başka hiçbir şey istemiyorum. Hiçbir şey istemiyorum, arkadaşım. Milletvekilliği de istemiyorum, bakanlıkta da gözüm, gönlüm yok. Tek ki gözyaşlarımız dinsin. Türkiye'de şimdiye dek olmayan şeylere tanığız. Komşu komşunun dükkanını yakıyor, batıdan doğuya giden otobüsler çevrilip sorgulanıyor. İnsanlarımızın her gün, her an yeni acılar yaşıyor. Evet, insan olarak siyaset mümkün olmalıdır. Onun mümkün olmadığı hal insanlığın bittiği haldir. İnsanlığın bittiği hal ise cinnet halidir. Özellikle tepedeki yöneticilerimizin Sayın Başbakan ve Sayın Cumhurbaşkanı'na düşen ilk görev silahların susmasını sağlamaktır.

- 1 Eylül'deki Bakanlar Kurulu'nda “şiddet ortamı neden geri geldi” sorusu konuşuldu mu?

O konu Sayın Başbakan'ın sunumu şeklinde ele alındı. Onda da şöyle izah ediliyor: Suruç'u yapanlar da dış güçler, polislerin öldürülmesi fitil oldu, şu anda IŞİD, PKK ve DHKP-C hepsi bir sepette, bir torba yasa mantığıyla, çatışmaların nedeni.

 

“Yurtdışına çıkma denirse, skandal olur”

- Yaşananlarla ilgili olarak sizinle temasa geçen AB temsilcileri oldu mu?

Hayır, ilk geldiğimde AB Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Federica Mogherini ile görüştük, o da bir nezaket görüşmesiydi. Bizi Brüksel'e davet etti. Brüksel programımızı planlıyoruz.

- AB Bakanlığı'nın yetkilerinin sınırlandığı, sizin de yurtdışına çıkışınızın kısıtlandığına dair haberler çıktı. Bunlar gerçeği yansıtıyor mu?

Mevzu şöyle: Yurtdışına çıkışlarla alakalı bir genelge geldi. Alt kademelerdeki personelin yurtdışına çıkışlarının bir kısmı Başbakanlık'ın iznine bağlanıyor. Bakanlar zaten yurtdışına çıkarken yerlerine yapılacak atama için Başbakanlık'a bilgi verir. Genelgede böyle bir yazılı içerik olmasa da bunun yapılması bir teamüldür. Avrupa Birliği Bakanı yurtdışına çıkmayacak, böyle bir şey olabilir mi? İlgili genelgede böyle bir şey yok. Yurtdışı ziyaretimiz olduğunda teamül gereği olarak Başbakanlık'a programımızı bildireceğiz. “Hayır gitme” denirse, bu bir skandal olur. Böyle bir şey beklemiyorum.

FOTOĞRAF: NECATİ SAVAŞ



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları