Özdemir İnce

Yeniden uygarlıkların batışı (1)

13 Eylül 2020 Pazar

Lübnan Cumhurbaşkanı Michel Aoun çok etnisiteli, çok dinli Lübnan’ın etnisite ve dinlere dayalı yönetim tarzı ile artık yönetilemeyeceğini ileri sürerek laik anayasalı yeni bir yönetim kurulması gerektiğini ileri sürdü. AKP saplantısının tam tersi. Lübnan Cumhurbaşkanı Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasasına benzer bir anayasa istiyor. Konuyu aydınlatmak için 17 ve 19 Kasım 2019 günlerinde Cumhuriyet’te yayımlanan iki yazımı tekrar yayımlıyorum.

***

Amin Maalouf kitabının (*) ilk satırlarıyla yarasının sargılarını açıyor,“Ölmekte olan bir uygarlığın kucağında sağlıklı bir bebek olarak doğdum ve ömrüm boyunca etrafımda onca şey harap olup giderken övünecek bir şey yapmadan, suçluluk da hissetmeden, hayatta kalma duygusuyla yaşadım; geçtikleri sokaklarda bütün duvarlar yıkılırken yine de sağ salim kurtulan ve sonra, arkada bıraktıkları koca kent bir moloz yığınından ibaret kalmışken, giysilerindeki tozları silkeleyen film kahramanları gibiydim” (s.11) diye yazıyor.

***

Amin Maalouf’un yitik “levant”ı ortaçağdan itibaren Doğu Akdeniz için kullanılıyordu: Gündoğusu anlamına gelir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Lübnan ve Suriye için kullanılır oldu. Suriye’de ve özellikle Lübnan’da sadece Müslümanlar (Sünni ve Şii) değil, Hıristiyanlar (Maroni, Katolik ve Ortodoks) Araplar, Rumlar, Ermeniler, Yahudiler, Süryaniler, Nusayriler, Dürziler, Ezidiler yaşarlar.

Bu ırklar, etnik topluluklar, inanç grupları Roma, Bizans ve Osmanlı imparatorlukları döneminde “Barış içinde birlikte yaşamak” zorundaydılar. Sıkıysa yaşamasınlar. Ne olduysa, özellikle Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra oldu: İmparatorluklar yıkıldı ve ulus devletler kuruldu. Ancak Araplar dine (İslam) ve soya (Arap) dayalı tek bir devlet kuramadılar, Arap devletçikleri kurdular.

***

Ve Amin Maalouf’un yitirdiğine ağıt yaktığı “kozmopolit çoğulculuk” bir uçtan yok olmaya başladı. Kozmopolit çoğulculuk ancak imparatorluklarda ve günümüzde de ancak laik düzende var olup yaşayabilir. Tekçi ve ayrılıkçı milliyetçilikler kozmopolit çoğulculuğun başdüşmanıdır. Amin Maalouf bu gerçekliği nedense es geçiyor ve şöyle yazıyor:

Bana bunu düşündüren çoğunlukla, ne yazık ki doğduğum bölge oluyor. Antik adlarını telaffuz etmekten hoşlandığım tüm o yerler - Assur, Ninova, Babil, Mezopotamya, Emesus, Palmyria, Tripolitania, Kyrenaika veya bir zamanlar ‘mutlu Arabistan’ denen Saba krallığı... Bu yerlerin en kadim uygarlıkların mirasçıları olan sakinleri, tıpkı bir deniz kazasından sonra olduğu üzere, sallara binmişler, kaçıyorlar.” (s.14)

***

Bu kaçış 19. yüzyılın sonlarında başladı. Osmanlı Devleti’nin geleceğinden umudu kesen, yerel Müslümanların zulmünden kurtulmak isteyen Hıristiyanlar (her türlüsü) Avrupa’ya, Güney ve Kuzey Amerika’ya göç etmeye başladılar. 1950’lerde Nasır’ın milliyetçi rejimi, Kıptiler dışında Hırıstiyan Rumları ve Arapları Mısır’dan kovdu. Cezayir, Fas, Tunus bağımsızlıklarını kazanınca da aynı şeyler oldu.

***

Kim akıl ettiyse etti, dinsel ve etnik çoğulluğa bir çare bulmak için  bir “Ulussuz Devlet” kurmaya karar verdiler ve devlet 22 Kasım 1943’te kuruldu.

İlk çıktığında bu fikir saçma değildi: Ne zaman bir yönetici seçilecek olsa, Hıristiyan bir adayın karşısına sürekli Müslüman bir aday çıkması, ikisinin de kendi dindaşları tarafından desteklenmesi olgusundan kaçınmak gerekiyordu. Bu nedenle makamların en baştan farklı cemaatler arasında paylaştırılmasına karar verilmişti. Cumhurbaşkanı mecburen bir Maruni Hıristiyan, bakanlar kurulu başkanı bir Sünni Müslüman, meclis başkanı bir Şii Müslüman olacaktı. Hükümette Hıristiyan ve Müslüman bakanların sayısı her zaman eşit olacaktı. Ayrıca her cemaatin kendi milletvekili sayısı olacak, bu sayıya itiraz edilemeyecekti. Kamu görevlerinde de bazı dozajlara uyulmaya gayret edilmişti. (...) Ama kotalar sistemine özgü zehirli ve aldatıcı nitelik yeterince dikkate alınmamıştı.” (s.53)

***

Ülke istikrarı, Arap-İsrail çatışması sonucu Lübnan’a gelen Filistinlilerin çoğalmasıyla bozuldu. Özellikle 1970’lerden itibaren Müslümanlar, demografik üstünlüğü elde ettiler ve bu üstünlüğü egemenlik faktörüne yansıtarak ülke yönetiminde Hıristiyanlar kadar söz hakkı alma mücadelesine başladılar. Böylece ülkede başlayan Müslüman-Hıristiyan mücadelesi, 13 Nisan 1975’ten itibaren iç savaşa dönüştü ve 1991’e kadar devam etti.

(Cumhuriyet, 17.10.2019)

(*) Uygarlıkların Batışı (Yapı Kredi Yayınları)



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Sorumluluk 16 Nisan 2024

Günün Köşe Yazıları