Meriç Velidedeoğlu

Yarın ‘26 Eylül Dil Bayramı’!

25 Eylül 2020 Cuma

Evet, öyle değerli dostlar; günümüz iktidarınca son verilip noktalanan “26 Eylül Dil Bayramı”nın dolaysiyle yok edilen “Türk Dil Kurumu”nun yaratıcısının “Nüfus Cüzdanı”nda yazlı olduğu gibi “Kemal Atatürk” olduğu bilinir.

Ayrıca “Gazi” sanının da halkının verdiği bir “unvan” olduğu, “Mustafa”nın da matematik öğretmeninin “adı” olduğu hep bilinir.

“Unvanlar”ın, “lakaplar”ın, “Nüfus Cüzdanı”na yazılmadığı da...

Bu kısa anımsatmadan sonra bugünkü yazıya geçebiliriz.

“32 yıl” önce “26 Eylül” günü gazetemiz Cumhuriyet’in ikinci sayfasında “Dil Bilincimiz Üzerine” başlıklı bir yazım yayımlanmıştı:

Roma İmparatorluğu’na ikinci başkent olarak Bizans (İstanbul) kurulup buraya yerleşince, Doğu saraylarının birçok gelenek ve göreneğinin Romalılarca benimsendiğini tarihçi E. Gibbon’un, bu konudaki yapıtında uzun uzun anlattığından söz edilir.

Doğu’dan alınanlar arasında E. Gibbon’a göre en kötüsü Latin dilinin arılığını bozan ‘sıfatlardır’, sıfat sözcükleridir ki, bunları dil ustası Çiçero, ya da Augustus duysa tiksinerek reddederdi.

Hemen hemen her toplumun kendi dilinin üstünlüğüne inanmasını, başka dil konuşan bir kimseye kolayca hiç konuşmasını bilmiyormuş gibi bakmasını, dil uzmanları doğal buluyorlar.

Nitekim ‘Rusça’da Almanların ‘Nemtysy’, yani ‘dilsiz’ diye adlandırılmasındada aynı kanı geçerli.

Kimi topluluklarda dil bilinci öyle bir aşamaya varabilir ki, dili yaşamla eş görebilirler. Buna örnek ‘Ubıh Halkı’nın, Ubıhların davranışıdır. Bir ‘Kafkas’ halkı olan Ubıhlar, Rus Çarlık Yönetimi’nin acımasız baskısıyla karşılaşınca, bu durumu içlerine sindiremeyip topluca karşı çıkmışlar.

‘Hase’ adını verdikleri yurt meclisinde kendi dilleri ‘Ubıhça’yı bırakıp komşu ‘Abzakalar’ın dilini konuşmaya karar vermişler. Bu davranışın tarihte görülen, üstün düşman kuşatması karşısında halkı ile birlikte kendini yakan kentlerden bir ayrımı olmasa gerek.

Bize gelince değerli dostlar, dilimiz karşısındaki tutumumuz, ‘Göktürkçeden günümüz Türkçesine gelinceye değin değişik aşamalar gösterir.

Göktürkçe belgelerde dilin yabancı sözcüklere karşı kendini korumasının şaşılası düzeyde olması, sanki Göktürklerin dillerini titizlikle korudukları izlenimini vermektedir.

Ayrıca o yüzyılda üstün bir kültür olan Çin ile her türlü alışverişe karşın, Göktürkçenin bundan etkilenmemesi bu görüşü bir bakıma kuvvetlendirmektedir.

Öyleki, Türklerin İslamlığı benimsedikleri ilk yıllarda da Türkçenin benliğini koruduğu, yabancı sözcüklerden uzak durduğu söylenebilir.

Bunun en belirgin kanıtı o çağlarda (X. yüzyılda) yapılan ‘Kuranıkerim’ çevirisinde, yüzlerce dinsel kavrama Türkçe karşılıklar bulunmasıdır.

Ne ki daha sonraları dilimize tüm kurallarıyla iyice yerleşen Arapçanın yanında Farsça sözcüklerin de günlük dile girdikleri görülür.

16. yüzyılda bu ‘ikili’ inanılmaz boyutta dilimizi tutsak edecekti.

Bu ikilinin, Arapça ile Farsçanın durumuna, bu dilleri kullananların tutumuna şöyle bir baksak diyorum.

Arap düşünür ve yazarları daha 16. yüzyıldan başlayarak, Batı’nın kültür yaşamındaki yapıtlarını dillerine çevirmek için kimi sözcüklere, deyimlere Arapça karşılıklar buluyorlardı, örneğin: ‘Microscope’ karşılığı ‘michar’, ‘telescope’ karşılığı ‘mikrâb’, ‘dynomometre’ karşılığı ‘mikva’, ‘ressamlık’ için ‘risamet’, ‘posta’ için ‘berid’, ‘radyo’ için ‘mizya’ gibi.

Farsçada da, ‘bisiklet’e ‘düçerha’, ‘gazete’ye ‘rûznâme’, ‘kültür’e ‘ferhenk’ gibi.

Evet, böyle diyorlarmış değerli dostlar...

Bizde, günümüzde Devlet’in başındaki, halka ‘Arapça’ atasözler söylemeye özen gösterir, Türkçeleri yokmuş gibi...

Ne ki, “Türkçe’yi kavramak Okyanus’u kucaklamaktır!” diyen bilim adamlarımız da var...



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Erasmus 19 Mart 2021
‘12 Mart 1921’ 12 Mart 2021
‘Manifesto!’ 5 Mart 2021

Günün Köşe Yazıları