Güray Öz
Güray Öz guray@cumhuriyet.com.tr Son Yazısı / Tüm Yazıları

Zulmet-i Beyza

21 Şubat 2014 Cuma

Her şeye rağmen umudunu yitirmemiş bir grup arkadaşla uzatılmış bir akşam yemeğinden sonra eve doğru yürürken aklıma takıldı Tevfik Fikret’in Sis şiiri. Daha doğal ne olabilir; İstanbul sis içindeydi, vapurlar susmuş, uçaklar durmuş, kentin bütün gürültüsü sisin içinde sessizliğin örtüsüyle sarılmıştı. Başka hangi şiir takılabilirdi ki dilimize? Ve zaten Fikret, günden güne yitirdiğimiz, her gün bir parçası elimizin altından kayıp giden günümüzün İstanbul’una yazmamış mıydı o şiiri: “Sarmış yine âfâkını bir dûd-ı munannid / Bir zulmet-i beyzâ ki peyâpey mütezâyid.
-
Sarmış yine ufuklarını bir inatçı
sis / gittikçe koyulaşan bir ak karanlık.” Böyle diyordu Fikret. Gerçekten de öyleydi; gecenin karanlığı içinde kirli bir beyazlık üstümüze üstümüze geliyordu. Caddeyi sağlı sollu saran apartmanlar, beton yığını gökdelenler cüsseleriyle o kirli beyazın içinde hayaletler gibiydiler.

***

Kararan ruhumuzu rahatlatmak için hâlâ güzelliğini korumaya çabalayan İstanbul’a yüksek bir tepeden bakan o öteki şaire özenmeyi, kendimi aldatmayı mı denemeliydim? O zaman ne diyecektim; “Sana dün bir tepeden baktım ey aziz İstanbul” mu? Hayır, ben gerçeklere dönecek, yaşadığımız günlerin gittikçe artan “tazyiki” altında bir “zulmet-i beyza”ya; ak bir karanlığa bürünmüş kente Fikret’in söylediklerini söyleyecektim: “Örtün, evet, ey hâile… Örtün, evet, ey şehr; / Örtün ve müebbed uyu, ey fâcire-i dehr!..” İşte günümüzün Türkçesine çevirmiyorum artık o “haile”yi, o faciayı, ama ağır mı kaçar facire-i dehr. Hayır.

***

Örtünsün ve müebbed uyusun bu kent, bu ülke. Çünkü artık her geçen gün yoğunlaşan “zulmet-i beyza”dan, bu ak karanlıktan kurtulmayı bilemiyor, beceremiyor; girdiği girdaptan kendini çekip çıkaramıyor. Oradan oraya savrulurken bütün kabahati karanlığın içinde kendini yitirmiş biçarelerin üstüne yıkan kent de, ülke de artık yere serilmek üzere ve biz elimiz kolumuz bağlı sis içinde donup kalmış gibiyiz.
Yine de umutlarını hâlâ yitirmemiş bir grup arkadaş evlerimize doğru giderken yalanın ısrarla ama ısrarla söylenmesindeki o bildiğimiz sırrı kendi kendimize itiraf etmeye çekindik. Umudumuz hâlâ var ama “artan tazyikin, basıncın sahiplerinin sorumlularının aradıkları ve her geçen gün biraz daha değiştirdiği kentte, ülkede bulmayı umdukları meşruiyeti onlara verecek miyiz” sorusuna yanıtımız hâlâ belirsizdir. Var olmayan sahte sığınaklardan, kurtarıcılardan medet ummayı bırakamadık hâlâ. Ne yapalım? Teslim mi olalım? Kente de, ülkeye de “Lâkin sana lâyık bu derin sürte-i muzlim, -bu kara örtü- / Lâyık bu tesettür sana, ey sahn-ı mezâlim! -Layık sana bu örtü ey zulüm sahnesi-diye kahretmeye mi girişelim. Yok, hayır. Sis içinde de olsak bir başka şiire geçmek, “Ferda senin” demek gerekmez mi?

***

Fikret umudunu yitirmemişti, biz de yitirmeyelim öyleyse; “Ferda senin senin bu teceddüt bu inkılâp” Yarın senin, senin bu yenilikler, bu devrim; öyle diyordu Fikret. “Yükselmeyen düşer; ya terakkî, ya inhitat!- Yükselmeyen düşer ya ilerleme ya çöküş” demedi mi bize. Gecenin içinde bir tür sığınağa benzeyen evlerimize doğru ilerlerken sabah olduğunda o “zulmet-i beyza”dan nasıl kurtulacağımızı anlatmadı mı şair? Ne diyordu Fikret umut bağladığı oğluna; “Evet, sabah olacaktır, sabah olur, geceler / siz, ey fezâ-yı ferdânın / küçük güneşleri, artık birer birer uyanın!”
Uyanalım mı, zamanı gelmedi mi daha uyanmanın? Kenti, ülkeyi saran bu inatçı sisi alt edebileceğimize inanma zamanı gelmedi mi? Evet, boşuna konuşmamış, boşuna yazmamışsak, inanalım yazdığımız, söylediğimiz cümlelere, kelimelere, harflere, bize gerçekçi bir “credo”, bir “amentü” veren manifestolara.
Bizi o “zulmet-i beyza”ya, o kirli beyaz karanlığa teslim olmamaya çağıran seslere nihayet bir kulak verelim, zamanı geldi artık.  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Sondan Bir Önceki 7 Eylül 2018

Günün Köşe Yazıları