Güray Öz
Güray Öz guray@cumhuriyet.com.tr Son Yazısı / Tüm Yazıları

Teorinin Aşk İlişkileri

28 Eylül 2014 Pazar

Yaşadığımız zamanları nasıl yazmalı, nasıl adlandırmalı? Bu soru kendini politik alanın dışında tutmayı seçen ya da becerebilen “tarihçi” ya da “vakanüvisler-günlük tutucular” için zor değildir. Ama durum sizi etkiliyor, toplumsal sorumluluklarınızı hatırlatıyor, gelecek tasavvurlarınızla ilgili öngörülerinizi ya da hazırlıklarınızı bozuyorsa başka türlü bakmalısınız. O zaman da genellikle tarihin hazinesinden ya da çöplüğünden çıkaracağınız kimi şablonların yardımına başvurmanın yeterli olacağı gibi yanlış bir kanıya kapılma olasılığı yüksektir.

***

En iyisi o şablonları, teorik özetleri tümüyle reddetmeden gerçeği tanımlamaya girişmek ve yanlış yapmaktan da korkmamak. Bu türden arayışlara girişenler arasındaki tartışmaların sizi doğrultacağına, nihayet daha doğru bir analize, tahlile ulaşılabileceğine güvenebilirsiniz. Soruyu yineleyelim; nasıl bir dönemden geçiyoruz, yaşadığımız dönemin toplumsal, ekonomik, politik tanımı nasıl yapılmalı? Bir dini diktatörlüğe doğru mu ilerliyoruz? 30’lu, 40’lı yılların Nazi ya da faşist dönemine benzer bir durum içinde miyiz ya da bizi böyle bir dönem mi bekliyor?

***

Önce şunu söylemeli; bekleyen yok, hareket halindeyiz ve her geçen gün adına ne derseniz deyin o hareket eden ve sizin hareketsizliğinizden güç alan gelişmenin toplumun hayrına bir şey olmadığı kesindir. Politik alanda yer almak, toplumsal hareketlilikle bağ kurmak, böylece değişimi ileriye doğru çevirmek isteyen sol siyaset ya da siyaset odakları, partiler, çevreler, hadi küçümsemeyelim kimi zaman bir odaktan daha fazla anlam ve potansiyel ifade eden kişiler bu durumun farkındadırlar.

***

Öyleyse, şablonları bir yana bırakmanın zamanıdır. Çünkü durumun şablonlara uyup uymadığı tartışması zaman kaybından başka bir şey olmaz. En iyisi “somut durumun somut tahlilinden” yola çıkmak ve durumun benzersiz olabileceği ihtimalini de, ki tarih benzersiz durumların birikimidir aynı zamanda, gözden uzak tutmamaktır. Görünen ve görünenin arkasındaki fon şöyledir: Binbir türlü manevra ve mekanizma ile oy desteği sağlamış olan iktidar partisi, Türkiye’yi dini-otoriter bir rejimin kalıbına sokmak istiyor. Belirtiler iktidar partisinin, sistemle uyuşarak kalıcılaşmaya, güç kullanarak ya da şantajla büyük sermayenin “rızasını almaya” çalıştığını gösteriyor.

***

Uluslararası konjonktür kimi zaman sıkışıyor olabilir ama iktidar partisinin planlarına denk düşüyor. Bu partinin politik kıvraklığı ve uluslararası emperyal güçlerin planlarına aykırı düşmemeye gösterdiği özen onu güçlendiriyor. Solda yapılan kimi analizlerin uluslararası güçlerle arada bir ortaya çıkan çelişkileri abartması da geçici ve zararlı halüsinasyonlara yol açıyor. İktidar partisi, yasa tanımaz politik kıvraklığı ile karşıdaki güçlerin, sosyal demokratlar dahil muhalefetin meşruiyetçiliği karşısında açık ara yüz metreyi tamamlamak üzeredir. Ve o yüz metreden sonra rejimin adının ne olacağı gerçekten önemsizdir.

***

Evren diktatörlüğünün nasıl adlandırılması gerektiği konusunu yıllar boyu tartışan sol, diktatörlüğün güç yitirdiği yıllarda nihayet “faşist” demenin doğru olacağı konusunda anlaşmıştı. Geçen zaman ise solun neredeyse bire kadar kırıldığı ve bugün egemen olan rejim için temel taşların döşendiği yıllar oldu. Lafı fazla uzatmanın âlemi yoktur, durum hiç de hoş sayılmaz; dün yanlış yapmış olanlardan, hatalı davrandığı düşünülenlerden bugün hesap sorarak ya da “armudun sapı üzümün çöpü” hesabıyla ilerlemek mümkün değildir.

***

Şablonlara takılmayalım; “teorinin gri, hayatın yeşil olduğunu” söyleyen Goethe’yi anımsayalım. Teoriyle hayatın derin aşklarını, kara sevdalarını unutmayalım. Hadi başka türlü söyleyelim; kent kuşatıldığında, “iğnenin sivri ucunda kaç melek var?” tartışması abestir...
Ayrıca, “atı alan Üsküdar’ı geçmek üzere...”  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Sondan Bir Önceki 7 Eylül 2018

Günün Köşe Yazıları