Güray Öz
Güray Öz guray@cumhuriyet.com.tr Son Yazısı / Tüm Yazıları

Neyi Tartışıyoruz?

04 Şubat 2015 Çarşamba

Derler ki tarih, insanların bir toplum oluşturmaya başladığı andan bu yana, sınıf mücadelelerinin tarihidir. Derler ki demem sözün gelişi; Manifesto’nun ilk bölümünün giriş cümlesidir. Tamı tamına şöyledir:
“Bugüne kadarki tüm toplum tarihi, sınıf
mücadeleleri tarihidir.” Peki, ama bunun, bu devrimci saptamanın şu günlerde harıl harıl tartıştığımız ve biraz sonra “Niye tartışıyoruz, neyi tartışıyoruz” diye sual edeceğimiz konu ile ne ilgisi var?

***

Ne olup bittiğini anlamak için buradan başlamanın yararlı olacağını düşünüyorum ve bu nedenle kitabın orta yerinden eski ama eskimemiş sözle başlamak istedim. 15 bin metal işçisinin grevini, ne ara toplanıp, ne ara imza attıklarını bir türlü anlayamadığımız Bakanlar Kurulu kararıyla ve tarihte hep olduğu gibi “milli güvenlik” gerekçesiyle ertelendi. Aslında ertelenmedi, imkânsızlaştırıldı; yani yasaklandı. İşçilerin ve sendikaların bu karara kolayca boyun eğmeyeceklerini söylediklerini okuyoruz az biraz yazma inadını sürdüren gazetelerde.
Diyorum ki işte bu durum 1848’de yapılan o devrimci saptamanın açık ve net doğrulanmasıdır.

***

Şimdi günümüzün asıl tartışmalı konusuna geçelim. Aslında tartışmalı diyorum ama ortada bir tartışma yoktur. Burada “Atı alan Üsküdar’ı geçti” atasözü daha geçerlidir. Başkanlık sistemi tartışmaları bir anlamda “havanda su dövmek” gibi bir şey haline geldi. “Halk tarafından seçilmiş” cumhurbaşkanı, anayasa hükümlerini, yani tarafsız olma gerekliliğini bir yana bırakarak iktidar partisinin yöneticisi ve aynı zamanda cumhurbaşkanı ve aynı zamanda yargının, yürütmenin ve yasamanın gayri resmi başı olarak hareket ederken, kalan birkaç engeli ortadan kaldırma yetkisi istemektedir.

***

İstediği sistemin “başkanlık sistemi” ile bir ilgisi yoktur. Nevi şahsına münhasır bir sistem önermektedir Cumhurbaşkanımız. Böyle durumlar tarihte oldu ve yine aynı kaynaklara başvurmak zorundayız; Napolyon Bonaparte’ın küçük yeğeni Louis Bonaparte’ın iktidara gelişi ve hızlı dönüşümüne ya da daha açık söyleyelim sivil darbesine benzetilebilir. Şöyleydi: Şubat 1848 devrimi, Kral Louis Philippe’i devirdi. Nisan sonrasında Ulusal Meclis seçimleri yapıldı. Napolyon’un ihtiraslı, iddialı yeğeni Louis Bonaparte sürgünden döndü; geniş bir destekle iktidara geldi. Ve kuşkusuz sınıflar arası ittifak gibi görünen balayı kısa sürede sona erdi. Louis Bonaparte, 2 Aralık 1851’de kendi darbesini, yani “18 Brumaire”ini gerçekleştirdi; bir yıl sonra imparatorluğunu ilan etti.

***

Benzeyen yanları da var benzemeyen yanları da. Ama zaten Marx bu darbeyi incelediği kitabında, tarihin ikinci tekrarının biraz gülünç olabileceğini söylemişti. Tarihin tekrarda ısrar edenlerin üzerinde ağır bir yük olacağını da söylemişti Marx. O da şöyledir: “Tüm göçüp gitmiş kuşakların oluşturduğu gelenek, yaşayanların beyinlerine bir kâbus gibi çöker. Kendilerini ve bir şeyleri altüst etmekle, şimdiye dek hiç olmamışı var etmekle uğraşıyor göründükleri esnada, tam da böylesi devrimci kriz dönemlerinde, endişe içinde geçmişten ruhları yardıma çağırır, onların adlarına, sloganlarına, kıyafetlerine sarılır, dünya tarihinin yeni sahnesinde bu eskilerde hürmet edilen kılıklara bürünür ve bu ödünç dille oynamaya çalışırlar.”
Ne dersiniz biraz benziyor mu?

***

Ama havanda su dövmeyi bırakalım artık. Başkanlık sistemini tartışmıyoruz. Cumhurbaşkanımızın çizdiği bir proje var, onu konuşuyoruz. Daha doğrusu emrivakilerinin sineye çekilip çekilemeyeceğini tartışıyoruz ya da tartışmalıyız. Bu türden bir tartışmanın ise yazının başında aktardığım “ne alakası var” diye bir kenara bırakılmasını istemediğim devrimci saptamayla ilgisi olduğunu düşünüyorum. Tarihin gülünç bir yinelenmesine karşı aklı başında devrimcilerin, demokratların gülünç olmayan bir yanıtı olabilir mi, diye düşündüğüm için söylüyorum bunları.
Olur mu olmaz mı bilemiyorum, ama umut fakirlerin ekmeğidir; öyle şakadan değil gerçek fakirlerin.
 



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Sondan Bir Önceki 7 Eylül 2018

Günün Köşe Yazıları