Taksici, şiirlerimiz, salt müzik ile dokunmak ve şifa üzerine

17 Temmuz 2015 Cuma

3-4 yıl önce İstanbul’da bir taksiye binmiştim, adam beni tanıdı, muhabbet ediyoruz yolda, konu müzikten açıldı;
Fazıl abi biz seni okuyoruz, biliyoruz, seviyoruz, ama abi açık bir şey söyleyeyim, sen abi piyanoyla dünyanın en iyisini yapsan da Mozart da çalsan, Beethoven da çalsan bizim millet dinlemez abi seni” dedi.
Devam etti,
Senfoni de bestelesen konçerto da bestelesen bunlar bize hitap etmez abi, bizim millet şarkı dinler abi, sözleri akılda kalacak , sözleri olacak” dedi...
Taksiciden etkilenmiştim, eve geldiğimde, 20 yıl kadar önce bestelediğim ilk şarkıların notasını aradım buldum. 30’a yakın şarkı...

***

Berlin’de yaşadığım 90’lı yıllarda, bir yaz boyunca, Türkiye’den getirdiğim şiir kitaplarımın arasında, bu şarkılarımı bestelemiştim. 24 yaşımdaydım. Çocukluğumdan tanıdığım, babamın arkadaşları Metin Altıok’un Behçet Aysan’ın Madımak katliamında ölmesi, aslında şiir ile yakınlaşmama sebebiyet vermişti.
Deli gibi şiirle uğraşmaya başlamıştım:
Cemal Süreya, Nâzım Hikmet, Orhan Veli...
Berlin’in sokaklarında, kafelerinde, barlarında elimde şiir kitapları hızla okuyor, şiirleri hızla daha çok seviyor, hızla besteliyordum, Nâzım’ın dediği gibi, “sevmek, düşünmek, anlamak” ile geçiyordu günler, bir doğal akış, bir yaşam biçimi oluşmuştu. 30 kadar şarkı birkaç ay içinde bestelenmişti, ama bu şarkılarım maalesef 20 yıl kadar o dosyada, raflarda bekleyecekti...

***

Neyse 2013 yılına dönelim, taksici ile sohbetimizden birkaç ay sonra fırsatlar doğdu.
Yıllarca “İlk şarkılar”ı söyleyecek ses ve yorum gücünün arayışındaydım aslında. Öyle birisi popüler kültürden bildiğimiz şarkıcılarda yoktu.
“İlk şarkılar”ı söyleyen ses, klasik eğitimden geçmiş olmalıydı, bir klasik müzikçi olmalıydı, nota tekstine çok hâkim, ama halk türküsünü, sanat müziğini ve popüler müzikleri de çok iyi yorumlayan biri olmalıydı, her şeyden önemlisi de bu şiirleri bu şairleri ve bu yakın tarihi anlayan , alt metnini çizebilen bir ruh, bir zekâ, bir yetenek gerekiyordu, haliyle zor, böyle birini bulmak.

***

Serenad Bağcan’ın bu şarkılar için en doğru ses, en doğru insan olduğuna karar verdim ve “İLK ŞARKILAR” albümünü Serenad ile evde bir tek gün prova yapıp ertesi gün İstanbul’daki Babajım Stüdyoları’nda bir günde kaydettik.
Bir gün bile değil, en fazla 2-3 saat... Bir yaz günü ,bir öğleden sonra.
Serenad, heyecanlıydı bu ilk kayıt denemesinde.
Her şarkıyı 3-4 kere çaldık ve ardından CD’ye seçerken, kesip biçmeden, hangi kayıt en iyisi ise onun tamamını olduğu gibi koyduk.
İlk Şarkılar”, Türkiye’de en çok satan albümüm oldu, tam bir “bestseller”, aylarca, bir numarada kaldı.
Pop listelerinde bir numarada kaldı.
Son yılların en çok ilgi gören albümü oldu.
Şaşırmıştım bu ilgiye.
20-25 yıl didindiğim, binlerce konser ile varamadığım bir köprüyü 20 yıl önce bestelediğim şarkılarımla birkaç haftada oluşturuvermiştim.
İnsanlar müziğimle ilk kez dost olduğunu söylüyorlardı.
Gerçekten dost...
Sahte bir “sizinle gurur duyuyoruz” gitmiş, onun yerine gerçek bir şarkıları ezberlemiş kitleler, gelmişti.
Sahte bir “Cumhuriyet projesi aydını” imajı gitmiş yerine “insanların ruhuna dokunan” sanatçı gelmişti.
Genci, yaşlısı, çocuğu, Türkü, Çerkesi, Lazı, Kürt’ü ile..
İlk Şarkılar toplumun şarkıları olmuştu.
Hem de 20 yıl gecikmesine rağmen.
Taksici fevkalade haklı çıktı.
Ama daha gidilecek uzun bir yol var.
En iyi eserlerim, “Su” konçertosu, “4 Şehir Sonatı”, “yaylı sazlar dörtlüsü”, “Mezopotamya Senfonisi” ya da “Chamber Symphony” ile o ruhlara çok daha fazla, çok daha derin dokunabilirim.
Ama gel gör ki bu müziklerin sözleri yok.
Salt müzik aslında daha kuvvetlidir.
Bu köprüyü nasıl kuracağım? Nasıl?
Düşünüyorum;
Bu düşüncelerim eleştiri değildir, yapıcı olmaya çalıştığım tespitlerdir,
Hep şarkıyı sözleriyle anar Türkler,
Şarkıdan bir cümleyi alır, “ne güzel demiş” der.
Ne güzel müzik yapmış” demez,
Demez çünkü o, bir kavram olamamış benliğinde henüz,
Müziğe güvenmiyor, sadece sözlere güveniyor, sözler hoşuna gittiyse müzik iyi, değilse de, “işte iyidir herhalde”..
En güzel melodiler, en güzel armoniler, en ilginç ritmler ve seslerin en duyarlı renkleri, bizim insanımızın ruhuna elbette dokunur, ama ona değer mi vermez nedir, salt müzik ile barıştırmaz düşüncelerini.
Enstrümantal müzik dünya üzeri koskoca bir okyanus iken, Türkiye’de hep kıyıda köşede kalmış, şarkı dünyasının yüzde biri bile olamamış. Kimse bilmez en değerli enstrümental yorumcularımızı...
Türkler müziğin değerini bilir, gezegendeki tüm insanlar gibi. Müziğin ruha dokunuşundaki şifa, insanoğluna özgüdür.
Bunu, Türk de bilir elbet...
Ama Türkler, tınıların oluşturduğu o “evrensel dil”i tarif etmek istemez, öyle bir toplumsal algı yoktur, müzikten konuşmazlar, bilinçli müzik kültürü gelişmemiştir, o yüzden en berbat bestelenmiş, en berbat şekilde seslendirilmiş şarkıları bile “sözleri hoşuna gitti” diye beğenir, aslında toplumda kültürün ilerlemesine engel olur bu yapısıyla.
Nasıl yapacağım?
Nasıl?  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Gideon Klein 28 Eylül 2016
Büyük çaresizlik 13 Ocak 2016

Günün Köşe Yazıları