Sokağın rengârenk sesleri

08 Temmuz 2020 Çarşamba

Son zamanda alışveriş için markete gitmek cesaret işi olduğundan beri çocukluğumuzun sokak satıcıları arttı. Onların sesine, nağmelerine kulak kabartmaya, ne sattıklarını çözmeye çalıştım. Ve çocukluğumun satıcılarını düşündüm. Seslerindeki kendilerine özgü imzaları ne kadar müzikaldi.

Eski İstanbul sokaklarında her semtin kendi sakinleriyle özleşmiş satıcıları varmış. Büyükannelerimiz onları söyledikleri sözcüklerle değil de kendine has tonlamalarıyla tanırmış. Kış gecelerinde herhalde kentin bütün semtlerinin bir bozacısı vardı. Boooo-zaaaaa diye davudi bir sesle gezerlerdi. Yanında sarı leblebi de verirlerdi.

Sütçü Hayriye Hanım minicik bir kadındı. Kocaman süt güğümlerini nasıl taşırdı bilmem. Kibardı. Bağırıp çağırmazdı. Tırs tırs ayağını sürterek yürüme sesinden tanırdık onun geldiğini.

Çarşafçılar nedense hep kocaman memeli şişman kadınlardı. Onlar niyet de çektirirlerdi, kirli bir bezin üstüne bakla taneleri saçıp fal da bakarlardı. Bazen evdeki yaşı geçkin kızların ışıklı umudu olurlardı: “Çarşafcı geldi, haaaaanım”. Bohçaları açtıktan sonra envai çeşit örtüler, yatak takımları, işlemeler çıkardı ortaya. Nice genç kızın çeyizi böyle hazırlanmıştır.

Yorgancı” dediğimiz aslında hallaçtı. Yorganın veya yastığın içindeki pamuğu atarken bir kucak-arpine benzeyen yay ve elindeki tokmağı aynı ritmik aralıkla kullanır, dakikalarca yorulmak bilmeden bu minimalist müziği sürdürürdü. Hallaç sokağa geldi mi onun bas sesi duyulurdu: “Pamuk atıcı geldi haaanım, taşı atarım, paaambık yaparım.

Ne garip, yıllar boyu kapınızın önünden geçen bu seslerin ne tonlaması bozulurdu ne de yaşlanırlardı. “Ade (hadi) kalaaaayciii, kalay değil ayna yaparım be!” Bazen sesin sahibini iriyarı, pala bıyıklı bir adam sanırdınız, oysa ufacık tefecik, köse bir kalaycı çıkardı. Elinde tahta arabasıyla kalaylanacak tencere tavayı toplar, çevredeki boş bir arsaya gidip ateş yakar, pırıl pırıl yapana kadar ovalar, bir yandan da şarkılar söylerdi. Tahin pekmezci ise gece de gündüz de dolaşırdı sokaklarda: “Daaancıııı, daaan bekmeeezzz”. Leblebiciyi anımsıyorum. Leblebilerin çuvalını kendine yastık yapıp arkadaki arsada uyurdu her gün. Uyanınca yine Leb-leeebi diye bağırmaya başlardı.

Yoğurtçumuz Mustağ efendinin tek gözü kara bir göz bandı ile kapalıydı. Çocuk halimle ona öyle acırdım ki! Askerde kurşun gelmiş, derdi annem. Ama en çok incirci Haralambo beni kahrederdi. Çünkü onun hiçbir şarkısı yoktu. Onun sesi de yoktu. Gırtlak kanseri geçirmiş, ses telleri alınmıştı. Mahalleye geldiğini küçük bir çıngırakla belli ederdi her sabah.

Kâğıthelvacının neşeli bir ezgi halinde söylediği “Ağlayın çocuklar ağlayın, kâğıthelvacı geldi” sözlerinin ezgisinde yapmacık ağlama sesleri de olurdu. Çocuklar ağlayarak annelerine tutturacaklardı, kâğıthelva istiyoruz diye. Sa-kaaa diye seslenen, atıyla geçen sucuydu.

Şimdi sokağa çıkma yasağı olan sabahlarda bizim köşeye kadar gelen bir simitçi var. “Simiiit” sözünü duyuyorum, ama hemen ardından hızla gevelediği “açmaçatalcı”’yı çözebilmem günler aldı. Beni çocukluğumun o saf günlerine götürdüğü için ona minnet borçluyum.

Bütün sokak satıcılarının çağrıları içinde kendine özgü tonları olmasa onları nasıl ayrıt edebilirdik acaba? Her birisi renkli birer karakter olarak çocukluğumuzdan bu yana nasıl aklımızda kalırdı?



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Eski bayramlar 10 Nisan 2024

Günün Köşe Yazıları