Çiğdem Toker

‘Kamu güvenliği’ diye diye öldürmek

12 Eylül 2015 Cumartesi

Cizreli çocuklar, bugünlerde en çok “keskin nişancı” diye anılan devlet memurlarıyla yan yana anılıyor.
Başbakan, Cizre’de hiç sivil ölmediğini AKP’ye yakın kanalda söyleyedursun, ilçede bulunan milletvekilleri, vurulmuş çocuk fotoğraflarını paylaşıyor art arda.
HDP Diyarbakır Milletvekili Sibel Yiğitalp, Irak’ta çalışan kocasına telefon etmeye evin önüne çıkmışken kucağında bebeğiyle birlikte vurulan annenin fotoğraflarını çekti.
HDP Şanlıurfa Milletvekili Ziya Çalışkan, Cizre Devlet Hastanesi Dahiliye Servisi’nde çektiği fotoğrafları paylaştı dün sosyal medya hesabından:
Bunlar da devletin yaralı olarak ele geçirdiği çocuklarımız!”
Hastaneye ulaştırılabildiği için şanslı saymamız gereken çocukların üçü de her ne hikmetse sol bacağından vurulmuştu.
Cizre deyince bugünlerde vicdan sahibi olan, kalbi kanayan herkes, uluslararası nitelikteki bir savaşın bile ahlakının olduğundan söz ediyor.
Kuşatma altına alınan kentlerde sivil halkın korunup gözetildiğini... Silahsız, sivil insanlara rastgele ateş açılmadığını...
“Sokağa çıkma yasağı” önlemi altındaki Cizre’de “kurşun değmeyen ev kalmadığı” bildirilirken bu ahlakı beklemek fazla naif, öyle değil mi?
O yüzden bırakın yargı önüne çıkarılmalarını, çocukları bir kuş gibi avlayan “keskin nişancı”ların kimliğini bile, öğrenememe ihtimalimiz yüksek.
Halk anlamına gelen “kamu” güvenliğini sağlamakla görevli olan “keskin nişancı”lar, birer devlet memuru polis olduğu için değil sadece.
Devlet söz konusu olduğunda Türkiye’de, onunla hesaplaşma değil, ömür tüketen bir “cezasızlık” kültürü hâkim olduğundan.
Devleti kutsayan bürokrasinin ve onu korumakla kendini yükümlü sayan yargının, bu hesaplaşmayı kolaylaştırmak yerine engel olduğu bir ülkede yaşıyoruz.
Hangi katliamda, yaşam hakkını ihlal eden hangi olayda, faciada kamu görevlilerinin yargılandığını ya da yargılansalar bile adil sonuç çıktığını hatırlıyoruz?
Sivas’ta mı, Maraş’ta mı, Çorum’da mı, 1 Mayıs’ta mı, Roboski’de mi, Gezi’de mi, Soma’da mı?
Hangisinde, soruşturma izni verildi, hangisinde takipsizlik çıkmadı, hangisinde dava zamanaşımına uğramadı?
“Cezasızlık” kültürü bugünün değil, rejimin sorunu.
“Bu bağlamda 1990’lı yıllara geri mi dönüyoruz” sorusu anlamsız.
Her iktidar, devleti kutsayan, devlet çıkarlarını mağdurun haklarının önünde tutan rejim zihniyetini işine geldiği gibi tepe tepe kullandı çünkü.
Peki, sadece rejim mi? Tabii ki değil.
“Cezasızlık” kültürünün tahkim edilip kalıcılaşmasında, medyanın da büyük payı var.
Haberi “görmemek”, görülecekse resmi devlet dilini kullanmak, gerçeği ortaya çıkaracak, topluma duyuracak unsurlara yer vermekten, mağdura ulaşıp konuşmaktan şu ya da bu nedenle korkuyor olmanın sorumluluğu da medyanın omuzlarında.
Ama korkunun ecele faydası yok.
Korku, daha da vahimi bu kayıtsızlık sürdükçe, “kamu güvenliği” denile denile kamunun bir parçası olan çocukların bir kuş gibi avlanacağını ve giderek bizi bir arada tutan birlikte yaşam umudunun çürüyeceğini görmemiz gerekiyor.
Türkiye’de “cezasızlık” kültürünü sona erdirecek gerçek bir hukuk devleti inşasına ihtiyacımız var.
Bunun yolu da önce korkmamaktan geçiyor...
Korkmayın, devlet kutsal filan değil.  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Hoşça kalın 9 Eylül 2018

Günün Köşe Yazıları