Bilsay Kuruç

Bir ‘motör’ gezintisi

14 Mart 2022 Pazartesi

Geçen hafta için özür dilemeliyim.  Yazıyı bilgisayar yuttu. Teknik çaba sonuçsuz kaldı. Arayan dostlarıma teşekkür ediyorum.

Yazıya hazırlanırken telefon gelmişti. Gazetecilerin, eski deyişle “şeyhi” Altan Öymen’den. Merkez bankacılığı üzerine yazmamı istiyordu. Bu alanda yetkin yazıları Öztin Akgüç yazıyor. Ancak, “şeyh”in istediği yazı galiba farklıydı.  Tarihçesini atlamadan, işin içinde ne gibi işler olduğunu merak ediyordu. Gerçi herkesin gündemi Ukrayna ve durdurulamaz fiyat artışları ile dolu, ama bakalım. Zaten emir yüksek yerden.

‘ŞANLI DEVRİM’İN BANKASI

İnsanlığa kapitalizmi İngiltere “armağan” etti.  Merkez bankacılığı da armağanın “ilk günah”larından biri sonunda dünyaya gelmiş. İngiltere,17. yüzyılı, din kisvesi altında keskinleşen sınıf mücadeleleriyle yaşamıştır. Entrikalar ve sonsuz çatışmalar sonunda kristalleşerek sınıfsal çözümüne varıyor. 1660’larda partiler ortaya çıkıyor. Biri “Whig”ler (İskoç argosunda “sığır çobanı”!). Tüccarlar, yükselen finans sermayesi, toprak aristokrasisinin en güçlüleri ve arkalarında kasabaların alt-orta sınıfı. Yoksulları “gaza getirme”yi iyi biliyorlar. (1850’den sonra Liberal Parti.) Karşılarında “Tory”ler (İrlanda argosunda “gaddar haydut”!). Güçlü monarşi isteyenler. Toprak ağaları. Arkalarında Anglikan Kilisesi. Uyanmamış kırsala güveniyorlar. (Bugünün Muhafazakâr Partisi). Siyasette bu iki sınıfsal blok çatışıyor, profesyonelleşiyor.

Sonunda bir uzlaşma noktasına varılıyor: Bir kral lazım. Çünkü 1649’da boynu vurulan Charles’ın iki oğlu da sağlam ayakkabı çıkmadı. Çözüm, Prenses Mary ile kocası Hollanda Genel Valisi William’ı davet edip ikisine birden taç giydirmek.  William 1688’de geldi ve 1689 Şubatı’nda eşiyle birlikte taç giydiler. Ancak bu “sınırlandırılmış monarşi” oldu. Sınıfsal uzlaşma ile bir “güçlendirilmiş parlamento” kuruldu, ordudan yargıya kadar tam kontrole sahip oldu.  Resmi tarih, “Şanlı Devrim”. 

İktidar için ilk adım savaştı. Avrupa’da  iktidar boşluğu vardı. O boşluğu doldurarak İngiltere’de de iktidar olunacaktı. Ancak, kasa bomboştu. Savaşa krallar borçlanarak giderlerdi (Bazıları borç takar, ödemezdi!).  Kaynak, Londra’nın sarrafları idi. Eskiden beri mevduat kabul eder, ödünç verir, banknot çıkarırlardı. Kraliyet sarraflara borcunu halktan tahsil ettiği vergilerle öderdi. Model değişmedi, çözüm bulundu: 1694’te, Londra piyasasından (City of London) bir sarraflar (“bankerler”) topluluğu Bank of England’ı kurdu. Kraliyete savaş için gerekli büyük borcu sağladı. Karşılığında, banknot çıkarma (emisyon) tekeline sahip oldu! İngiltere’nin merkez bankası, böylece, savaş finansmanının sarraflara getirdiği müstesna kârlılık sayesinde doğuverdi.

18. yüzyılda İngiliz kapitalizmi çocukluktan ergenliğe geçer. Hızla gelişir. İçeride iktidar toprak sahipleri, ticaret ve finans sermayesinden oluşur. Araziler bedava fiyatına, hatta doğrudan el koyarak sermayenin yeni katmanlarına geçer. Yasa filan gerekmez. Zenginleşme krediyle çoğalır. Sermaye birikimi Hazine borcu ile iç içe büyür. Parlamento, yani iktidar merkez bankasının (The Bank) banknot  yetkisini genişletir. Kraliyet dışında borçlandırma alanı açar. Sermayenin rantiye damarı da böylece genişler.

Ticaret ve finans o yüzyılda büyük birikim yapar. Finansmanı savaşa, savaşı hem finansa hem ticarete, bunları önce yeni vergilere, sonra yeniden finansman ile savaşa, oradan yine finansa ve ticarete çevirebilmek, böylece büyüyen bir sermaye birikimi ile bir sanayi devrimine erişebilmek o kapitalizmin 18. yüzyılda büyük macerasıdır. Denizcilikte erken başlayan üstünlükle (Navigation Acts 1651, 1660) yaratılan sömürgecilik ve köle ticareti (1680-1780 arasında yılda 20 bin kölenin Afrika’dan koparılmasıyla beslenerek) büyük servet yapar. “City”, Hazine ve “Bank” bir üçlüdür. 1717’de darphane müdürü,  fizikçi Isaac Newton “altın” değerini İngiliz Lirası (pound) üzerinden kesinleştirince (3 pound vs.) kapitalizmin “para disiplini” başlar. Sonraki 200 yıllık çerçeve budur. Kutsal üçlüye (City, Hazine ve Bank) eklenen dördüncü ile (İngiliz Donanması) 200 yılın adı koyuluyor: Pax Britannica. Türkçesi, dünyayı İngiltere yönetir!

Selahattin Çam: Bankacı, siyaset adamı, milletvekili (D. 1885, İstanbul  - Ö. 3 Şubat 1949). Galatasaray Lisesi’ni bitirdikten sonra maliye ve bankacılık öğrenimi gör­dü. Çeşitli bankalarda çalıştı. Önemli bankaların en üst düzey yöneticiliklerinde bulundu; Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası Genel Müdürlüğü ve İş Bankası Genel Müdürlüğü yaptı. VI. ve VII. dönemlerde Seyhan Mil­letvekili olarak TBMM’de yasama görevi yaptı.

PARA TEKELİNİN CAN EVİNE YUMRUK

İngiliz ve Amerikan devrimleri, sınıfsal kalıplarıyla akraba sayılır. Amerikan Devrimi’nde de üst sınıf “lider”, alt-orta sınıf “piyade”dir. Savaşanlar tümü küçük çiftçiler, esnaf, tacir ve zanaatkârlardı. Ganimet büyük tüccar, büyük arazi (plantasyon) sahiplerinin oldu. İngiliz sömürgelerinin Amerika’daki egemenleri, devrimi yönetip sahiplendiler. Dolardaki resminden tanıdığımız Washington’ın büyük arazisi ve köleleri vardı.

Amerikan kapitalizminde merkez bankası sanayinin gelişmesinden önce değil, sonra boy gösterdi. İngilizinkinden farklı oldu. Başlangıçta Amerika’da altın kaynağı yetersizdi, finansal “icatlar” önem kazandı. Kredi damarı menkul değerler ve bonolarla genişledi (krizler de oralardan kaynaklandı). Banka sistemi yerel düzeyde mantar gibi gelişti. Şubecilik teşvik görmedi. Merkezde düzenleyici bir banka gerektiğine Alexander Hamilton ile gelindi. O 1791’de, yerel çıkarlarla mücadelesiyle zar zor bunu Kongre’ye kabul ettirdi. Bankanın 20 yıllık “izin süresi” dolunca, uzatılmadı. Sonra mecbur kalındı. 1816’da, yine 20 yıllık “Bank of the United States” kuruldu. Buna da 1836’da son verildi. Amerikan kapitalizmi 19. yüzyılın çoğunu bir merkez bankası olmaksızın geçirdi ve birçok finans krizinden geçti. 1907’de kriz paniğe dönüştü. O zaman işe J. Pierpont Morgan el koydu. Bankerleri kendi saray yavrusuna çağırdı. “Pamuk eller cebe, yoksa birlikte batacağız!” dedi. Faiz oranlarına karar verdi. Ve kapitalizmin kalbi Wall Street’e para akışını sağladı. “Helalinden” bir merkez bankası görevi yaptı.

19. yüzyıl biterken kapitalizm bir basamak yukarı çıkıp “son aşaması”na erişiyordu: emperyalizm. Sömürgecilikten sonraki aşama. Artık dünya büyük kapitalizme dar gelecek. Amerika da kıtayı aşıp batı kıyısına erişecek ve yeni sorunlar başlayacak. 1913’te uzun zamandır ilk kez bir Güney’li Başkan seçilir: Woodrow Wilson. Kapitalist devlette merkezi yönetimin önemine inanıyor.  Hazine’nin başına güçlü bir adam getiriyor: William MacAdoo. Hamilton’dan sonraki en yetenekli kişi. Merkez Bankası’nı (FED) kuruyor. Banka merkezi  Washington’dadır. MacAdoo buna “para tekelinin (New York) can evine indirilen yumruk” demiş. Kuruluş yasası yaygın, yerleşmiş çıkarların temsilcileriyle mücadele sonunda uzlaşarak kabul edilmiştir: Merkez, kurulan 12 bölge FED’ciklerinin kararlarını (özellikle faiz oranları ve kredi koşullarıyla ilgili, yani, kapitalizmin can damarlarına ait olanları) dikkate alarak yönetecektir. 

Kâğıt üzerine yazılanlar onlara hâkim olan kişilere bağlıdır. FED’de de böyle oldu. New York’un FED’i ağırlıklı idi. Başına çaplı bir adam atandı: Benjamin Strong. Kapitalizmin savaşta ve “barış”taki çetrefilli sorunlarını doğru okuyarak, Amerika’nın para otoritesini ustalıkla yönetti. Uzmanlar, Strong günümüz merkez bankacılığının babasıdır, derler. Wilson dönemi merkezi kurumların ağırlığını yönetime yerleştiren kadroların başlangıcı oldu. İşi bütünlüğüyle kavrayan, kendi karar alanında bağımsız ve çaplı kişilerdi. Strong da bu aşamanın adamıdır.

‘KIYAMET’TEN ‘ÜBER ALLES’E

Kapitalizmin 20. yüzyılı 1919’da başlıyor. “Büyük Kapışma”dan sonra. Her büyük savaş ülkelerin gündemini altüst eder. Böyle oldu. 1919 yılı kapitalizmin büyükleri arasında “Büyük Borçluluk” yaratarak başladı. Bu hiç yaşanmamıştı. 1919’da, Versailles’da, önce Almanya’nın boynuna “Savaşın suçlusudur; büyük savaş tazminatı ödeyecektir” levhası asıldı. Amerika da İngiltere ve Fransa’ya Benden borçlanarak savaştınız, “Haydi ödeyin!” uyarısı yaptı. İçinden çıkılmaz bir gündem.

Dünya sermayesi ise 1914’te bıraktığı yerden başlamak istiyordu. Ekonomiler  “reset”lenecekti. Bu dünyanın 200 yıllık “ağa”sı ve altın standardının (Newton’dan beri) sahibi İngiltere’nin göreviydi. “Altının kadar konuş!” demekti. Ancak şimdi İngiltere de Amerika’ya borçluydu! 200 Yıllık “dörtlü” (City, Bank, Hazine ve hatta donanma) artık o kadar güçlü değildi. Amerika ise Avrupa’daki savaştan çok kârlı çıkmıştı ve dünya altın rezervinin yarıdan fazlasına sahipti.  Kapitalizmin bu yeni dünya tablosu nasıl yönetilebilir? (Dünyada bir çağ açan 1917 Ekim Devrimi bu yazının dışında kalıyor). 

Sahneye çağrılanlar merkez bankacılardır. Önce İngiltere’ninki: Montagu Norman. Sonra, Almanya’nın Hjalmar Schacht’ı. En son, Strong. Norman 1920’de bankanın başına geçiyor. 1944’te küçük bir kaza sonucu ayrılıncaya kadar yarattığı değişme, “geçmiş 200 yılın çok üzerinde” olacaktır. Norman kapitalizmin “o günleri”ni doğru okuyor. İngiltere’nin gücündeki zayıflamayı görüyor. Almanya’nın nasıl bir çöküş karşısında bırakıldığını, oysa onun Avrupa’daki “pivot” rolünü isabetle kavrıyor. Ve İngiltere’nin artık Amerika’ya muhtaç olacağını biliyor. Getirdiği “kültür değişikliği” böylece yeni bir merkez bankası yaratacaktır. Yeni kadrolar onun paleti ve fırçasıyla ortaya çıkacaktır.

‘GELSİN KREDİLER’

Norman sürekli özel ilişkilerle, bunları zenginleştirerek çalışıyor. Strong ve Schacht’la içli dışlıdır. City’nin bankerleriyle yakındır; piyasayı oradan izleyebilir. Siyaset dünyası ile bağını  kesmez. Siyasetin profilini bilir. Samimidir, kendini kabul ettirir. 1920’lerin, 1930’ların sorunlarını bu geniş örgü üzerinden, İngiliz kapitalizmini koruyacak esneklikle çözer. Açıktır ki dış politikanın duyarlı noktalarını bilir, uyumu yapar, ama kararlarında bağımsızdır. 

Almanya. Bismarck 1870’te gidip Fransızları yendi. Versailles’da Alman Birliği’ni (Reich) ilan etti. Fransa’dan yüklü savaş tazminatı aldı ve Reichsbank’ı (Alman Merkez Bankası) kurdu (1875). Para otoritesi olarak Reichsbank kendini Alman kapitalizmine kabul ettirdi. Ancak 1919’da Almanya’nın kaderi ters dönünce Reichsbank da aciz kaldı. En zor zamanda, Almanya’nın “efsane enflasyon”la perişan olduğu, Reichsbank’ın fiilen yok olduğu 1923 Kasımı’nda Hjalmar Schacht oraya başkan oldu. “Önemli an”ı hissederek kabul etti. Ne yapacağını tek başına kurguladı. Reichsbank’ın yeniden var olabilmesi dış desteğe bağlıydı. Bunu örgütleyebilecek adam ise Montagu Norman’dı. Trenlere binerek gitti. İki arkadaş gibi çalıştılar ve Norman İngiliz sermayesinin desteğini yarattı. Schacht, Almanya’nın kapitalizmden kopmaması için kotarılmış olan Dawes Komitesi’nin, kendi tasarısını ezmemesi için epey uğraştı. İki handikap arasındaydı: Bir yanda, Dawes Komitesi’nde saptanan borçların  daraltıcı etkileri; öbür yanda Amerika’dan akan “sıcak para”nın tetiklediği gelişigüzel harcamalar, istikrarsızlıklar. İkisinden de kurtulmak için uğraştı. Alman sermayesinin “Gelsin krediler!” açgözlülüğünü ve hükümetlerin yeteneksizliğini eleştirdi. Bir tür dokunulmazlık kazanmıştı. Ancak Weimar rejimi ona ayak uyduramadı. Böyle diyebiliriz. 1930’da istifa etti. Bu, dramın birinci perdesi.

TARİHSEL ÇÖKÜŞ

İkinci perde daha ağır bir dram. 1933 Martı’nda Hitler Schacht’a Reichsbank’ın başına geçmesini teklif etti. Almanya’nın uluslararası kapitalizmden çıkmaması, fakat kapitalist ülkelere karşı güçlü olmasını özlüyordu. Yepyeni “finansal icatlar”la Almanya’yı sırtındaki borç yükünden kurtardı. O arada Ekonomi Bakanı oldu. Dünya sermayesi Schacht’ı Almanya’daki tek güvenilir adam sayıyordu. İçeride ise Nazilerden tiksinmesine karşın, Almanya’yı güçlendireceğine, hatta buna bir savaşa varmayacak askeri üstünlükle erişileceğine inanıyordu. Fakat bir sınıra geldi. 1936’da Göring “Savaş Ekonomisi Bakanı” olunca Schacht’ın inişi başladı. O da eleştirilerine başladı. Askeri harcamaların enflasyonu körükleyeceğini  söylüyor, hatta Hitler’le ağız kavgası yapıyordu. 1938’de Reichsbank başkanlığı ile sınırlandı. Daha sonra da “affedildi”. Ve 1944 Temmuzu’nda Hitler’e karşı düzenlenen suikastın şüphelileri arasında tutuklandı (Doğru idi fakat kanıtlayamadılar). Sonraki dört yılı 32 hapishane ve temerküz kampında geçti. Nürnberg’de yargılanması (ve beraatı) da dahil!

FED’in Strong’u bambaşka bir öykü. 1920’lerde Amerika’nın sahip olduğu finansal varlıkları, ekonominin hızlı koşusunu kesmeden yönetti. O  direksiyonda ciddi beceri gösterdi. O karmakarışık 1920’lerde istikrar ile büyüme, enflasyon ile deflasyon arasında şaşmaz direksiyon hâkimiyetine sahip olabilmek müstesna nitelikti. Norman’la dostluğunun bir “ikramı” olarak, sık sık Londra’ya (başkalarından esirgeyerek!) altın gönderdi (Altınla swap yaptı!) 1925’te İngiltere’nin “Yeniden altın standardını başlatma” “müjde”sine de görünmez bir imza atmış oldu. 1928 Ekim’inde tüberkülozdan öldüğü zaman, herhalde bir yıl sonraki  tarihsel çöküşü öngörmemişti.

Tarihin 1920’de çağrısı ile tanıdığımız üç kişilik üzerinde düşünmek lazım. Birbiriyle yakın fakat apayrı “maceralar” içinde kişiliklerini, kalitelerini sergileyenler. Koşullar ve kurumlar mı kişilikleri belirliyor? Yoksa tersi mi?

‘PARAN BİLE YOK!’

1930’da İsmet Paşa konuşuyor: “Ben Lozan’dan şu gözlemle döndüm: Milli haklar teslim olundu. Fakat Avrupa yoksun kaldığı bütün imtiyazları (geçireceğimiz) mali buhranlar sayesinde tümüyle ele geçirmek ümidindedir. Bu tahmin değildir. En yetkili ağızlardan yüzüme karşı söylenmiştir.”  Çok açık.

En yetkili ağız Lord Curzon’du. “Bağımsızlık diye tutturdun. Vermediklerinin tümünü yelek cebime koyuyorum. O yokluklar içindeki ülkede çaresiz kalacaksın. Sonunda bana geleceksin. Ben de cebimdekileri çıkarıp istediklerimi alacağım. Çünkü para sadece bende var!” diyordu. İngiltere Dışişleri’nin “tek tabanca”sı, eski Hindistan Genel Valisi kendine göre haklıydı. Paranın merkezi City of London’dı. Curzon Hindistan’a bakma alışkanlığıyla bakıyordu. Sözü “Paran bile yok!” demekti.

Doğruydu. Moral haklılıkla, Mustafa Kemal’in dehasıyla kavuştuğumuz Cumhuriyetin henüz kendi parası da yoktu, merkez bankası da. Lozan’da (İskender kılıcıyla) devralınan Osmanlı banknotlarının üzerinde henüz padişah tuğrası vardı. Toplam hacmi 158 milyon liradan biraz fazla. Karşılığı (altın) yoktu! Bank-ı Osmani-i Şahane (1863) ise İngiliz-Fransız ortaklığı idi. Bizim değildi.  Bu ilk perde.

İkinci perde 1925’te başlıyor. Cumhuriyet Devrimi kendi merkez bankasını kuracaktır. Kurdurmamak lazım. Eğer kurulacaksa yine dünya sermayesi kurmalı!  Merkez bankası ülkenin finansal bağımsızlığı demektir, temel taşıdır. Ayrıntılara girmeyelim. Sonraki üç dört yıl dünya sermayesinin işbirliği yapacağı yerli  bankacıları bularak (yerli-yabancı ortaklıkla) merkez bankası projeleri yapma vaktidir. Yabancı uzmanlar gelir, raporlar hazırlarlar: Demiryolu yapmayın. Kemer sıkıp “istikrar” sağlayın, ki bizler emin olup size biraz “altın” verelim, birlikte kuralım. Hiç şaşmaz. İçeride siyasetçiler de vardır: “Viserig’den sonra Alman Mösyö gelmiş, gayet dikkatli rapor hazırlamış, hastalığı ve tedavi çarelerini ortaya koymuş. Bu rapor ne oldu efendiler? Masalarda saklanmıştır” (Fethi Bey-Okyar, 1930).

Doğru. İsmet Paşa o raporları okuyup rafa kaldırmıştı. Ekonomi çetin mücadele alanıdır. Cumhuriyetin bakışıyla finans sermayesinin arzuları bağdaşmaz. İsmet Paşa ile Maliye Vekili Şükrü Bey (Saracoğlu) Cumhuriyet Merkez Bankası yasasını hazırladılar. Bankamız 11 Haziran 1930’da 1715 sayılı yasa ile doğar. Paranın minimum altın rezervi  bulunur. Kurucu Heyet 1931 Şubatı’nda, Hissedarlar Genel Kurulu haziranda toplantılarını yapar. idare meclisi ve denetçiler seçilir. Cumhuriyet Merkez Bankası Umum Müdürü (Başkan) olarak Salahattin (Çam) Bey’i seçerler. Tümü “dört dörtlük”’ adamlardır. Ekimin 3’ünde banka çalışmaya başlar.

Cumhuriyet, bağımsızlık mücadelesinin bir defalık olmadığını bilenlerin yönetimidir. Yeni yeni hedeflerle. Finansal alanda üstün kaliteye sahipseniz ve bunu bağımsızlık için geliştirebiliyorsanız, öteki cephelerde de teminatsınız. Kişilik ve onun kalitesi Cumhuriyetin cevheri demektir.

Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası 

‘MEDENİ DÜNYA’

1938 Martı’nda Salahattin Çam, İdare Meclisi’ne açıklama yapıyor. 1937’nin Martı’nda Başvekil’in (İsmet Paşa) kendisiyle görüştüğünü, bütçe ödenekleri dışında  paraya ihtiyaç doğduğunu, bankanın katkısını sorduğunu, bunun üzerine kendisinin bunun enflasyona yol açacağını açıkladığını, ısrar edilirse görevden çekilebileceğini, bunun üzerine İsmet Paşa’nın teklifinden vazgeçtiğini açıklıyor.  Ve şunu ekliyor: “Yazın İstanbul’da iken, İnönü benimle görüşmek istediklerini duyurdular. Dolmabahçe’ye gittim. Motörle yaptığımız bir tenezzüh (gezinti) sırasında aynı meseleyi açtılar. Önceki görüşümü arz ettim.”

Burada geçen 30 yılda kapitalizmin modalaştırdığı bir “bağımsızlık” meselesi yok. Okuyucu görecektir. Cumhuriyet, bir medeni dünya demektir. Yapmacıksız, kendi kişiliklerimizle kurulup sürdürülebilir. Bağımsızlık, o kalitenin ilişkiler örgüsü içinde doğar. Teknik işler sonra gelir.

Hissediyorum, diyeceksiniz ki Cumhuriyete günümüz vasatlığının kendi “dar kalıpları” içinde bakanlar bunlarla ilgilenmez! Doğrudur. Onları bırakalım. Bu yazıyı gazetecilerin “şeyh”i, sevgili kuzenim Altan Öymen’e, yaklaşan önemli doğum gününe karşılama armağanı olarak yazdım. Kendisini şimdiden kutlayabiliriz.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları