Barış Terkoğlu

Gülmüyorsak bir nedeni var

13 Nisan 2020 Pazartesi

Ekonominin, siyasetin, virüslerin bile tarihi var. Ya eğlenmenin? Örnek olsun, yıllardır Maksim’i biliriz. Pek azımız bir köle ailenin çocuğu Frederick Bruce Thomas’ın ABD’den kaçıp Çarlık Rusyası’nda bin bir mücadeleyle kurduğu Maxim isimli gece kulübünden haberdar. Rus sosyetesini eğlendiren Thomas, Bolşevik Devrimi’nin ardından Maxim’i, Türkiye’ye Maksim olarak taşıdı. Şarkı söyleyenler, alkış tutanlar, bilet satanlar farkında olmasa dahi birlikte gülmenin, birlikte içlenmenin de bir öyküsü var.

Evlere kapanmış insanların sıkıntısı geçmişi düşündürdü. Bunu yeni kuşaklara anlatmak zor ama Türkiye bir zamanlar çok daha “neşeli” bir ülkeydi. Sponsorlar yasaklandı, ahlak zabıtalığı arttı, muhafazakârlık sopaya döndü… Şimdi iktidarının ilk günlerinde Kibariye ile yanak yanağa şarkı söyleyen Erdoğan fotoğrafına bile inanamıyoruz.

‘Star’lar nasıl Saraylı oluyor?

“Türkiye’yi eğlendiren adam” Mustafa Oğuz’un gazeteci Selin Ongun’a anlattığı hikâyesine dışarıda başlamıştım. (Yorma Birader, Doğan Kitap) Tam da MFÖ’nün Mazhar’ının Cumhurbaşkanlığı Sarayı’ndan ödül alırken, eski ödüllerini çöpe attığını söyleyerek Erdoğan’ın gönlünü aldığı günlerdi. Mazhar bunu hep yapıyordu. Eşi Biricik Suden ile Saray’ı mutlu etmeyi seviyordu.

Mustafa Oğuz, Sezen Aksu’dan MFÖ’ye birçok “star”ın menajerliğini, İkinci Bahar’dan Sıla’ya birçok kült dizinin yapımcılığını, Rumelihisarı’ndan Harbiye’ye tarihi konserlerin organizasyonunu yapan isim olunca, “eğlenmenin” öyküsünü içeriden anlatabiliyor. Oğuz, her referandumda, her kampanyada önümüze dizilen “sanatçıları” yakından tanıyor. Bunlar sahiden Erdoğancı mı ya da evetçi mi diye merak ediyoruz ya, Oğuz, buna anlaşılır bir yanıt veriyor. Zülfü Livaneli, Ahmet Kaya ya da tersinden Ozan Arif gibi sanatını her zaman politik görüşü ile birlikte büyüten isimler dışında, popüler dünyanın politik seçimini ya çıkara ya modaya göre belirlediğini anlıyoruz. Haliyle iktidar medyasında her kampanyaya koşan şarkıcılar, oyuncular Kenan Evren döneminde de Özal devrinde de Erdoğan zamanında da değişmiyor. Buna karşın Hisseli Harikalar Kumpanyası’nı Evren ve darbeci komutanlar izlemeye geldiğinde İlyas Salman’ın “Ben bu diktatör cuntacılara oyun oynamam” dediğini, oyunun ardından ise protokolle görüşmeye çıkmadığını Oğuz anlatıyor. Ya da kendini dinlemeye gelen sıkıyönetim başsavcılarının gözlerine bakarak en politik şarkılarını söyleyen Timur Selçuk, “Sorarlarsa kim söyledi soranın da avradını” diye Kazak Abdal gibi bitiriyor.

Devlet ödeneğinden kokain ikramı

Gelelim Mazhar hikâyesine…

Bir tür “Saray müzisyeni” olarak konuşuyor ya. Hz. Muhammed için yazdığını söylediği “Yandım” şarkısının hikâyesini her dönem başka anlattığını okuyoruz ya. Aslında “apolitik sanat”ın “dönem adamı” olma hali onun için de geçerli. Eurovision tarihine bakan, Türkiye’nin bir “milli mesele” gördüğü bu yarışmaya, çok az sanatçıya nasip olacak şekilde MFÖ’yü iki kez gönderdiğini görebiliyor. Bizde hep TRT organizasyonu olması bir yana, devletin eli de katılanın sırtında oluyor. Mustafa Oğuz, 1985 yılında MFÖ’nün “Diday diday day”ının Eurovision öyküsünü şöyle anlatıyor:

Eurovision Türkiye elemelerini kazandıktan sonra şarkının yeniden aranje edilip iddialı bir hale gelmesi için Hollanda’da prodüksiyon yapmaya karar verdik. Ama bunun için para kaynağımız yoktu. O günlerde bir gün Semra Hanım (Özal) Şan Tiyatrosu’na gelmişti. Ondan ricada bulunduk. Mesut Yılmaz Dışişleri Bakanı’ydı o zaman. Paris’teki büyükelçiliğin ödeneğinden stüdyo çalışmaları için para yollamışlardı. Zaten tüm harcamaları ucu ucuna yetiştirmiştik. Kayıt bitti. Para da bitti. Durum böyleyken, ‘300 gulden vereceksiniz” dediler. İtiraz ettim. ‘Olmaz, bu ne için’ diye sordum. ‘Burası Amsterdam. Burada âdettendir. Tonmeistere iş bittiğinde kokain ikram edilir’ (…) dediler. Mecburen verdik parayı.” (Gulden, dönemin Hollanda para birimi.)

Kokainin tesiri, hikâyenin devamında TRT’nin “emeğinize sağlık” dediği ruh haline varıyor. Devlet, MFÖ’nün başarısı için dün de bugün de “elinden geleni” yapıyor.

İstanbul’un unutulmaz Rumelihisarı Konserleri’nin bitişinin bile politik bir öyküsü var. 90’ların unutulmaz konserlerinin kaderi Refah Partisi’nin İsmail Kahraman’ı Kültür Bakanı yapmasıyla değişiyor. “Hisar’daki surların içi, zamanında yerleşim yeriymiş. Surların içinde bir mahalle varmış. Mahallenin de camisi varmış. Yıllar içinde o mahalle yok olmuş. Cemaat olmayınca cami de işlevini yitirmiş” diye hikâyeyi anlatan Mustafa Oğuz, Mukadder Başeğmez gibi Erbakan’a yakın isimlerin çabalarına rağmen, “Müteahhit Kültür Bakanı Kahraman”ın “Hisar’da cami var, izin vermeyiz” diyerek konserleri engellediğini anlatıyor. Yakın zamanda başından geçeni ise Oğuz şöyle aktarıyor:

Bebek’ten Rumelihisarı’na doğru yürüyordum. Aşiyan’a yaklaşırken bir motor dikkatimi çekti. (…) Aşiyan’ı geçtikten sonra içindeki rehber aynı zamanda çığırtkanlıkla Hisar’ı anlatmaya başladı. ‘Burada eskiden cami vardı. Bir dönem kâfirler burada eğlenirdi. Çok şükür ki artık o günler geride kaldı’ dedi. Ve benim gözüm döndü. (…) Ama ne bağırdım, ne bağırdım. Kendimi kaybettim resmen.”

Türkiye, yukarıdan aşağıya doğru kamplaştırılarak, gülen değil dişlerini sıkan bir toplum oluyor. Mustafa Oğuz anlatıyor:

Çünkü yediden yetmişe her yaştan insanı içeren bir kamplaşma yaşıyoruz. Benim annem 80’li yaşların ortasında. Her sabah gazeteyi eline aldığında Tayyip Erdoğan’ın fotoğrafı olan yerleri önce makasla ayıklıyor, sonra gazeteyi okuyor. Bu normal ve anlaşılabilir bir psikolojik durum değil.

Dizilerin tadı kaçtı

Halkı televizyona kilitleyen dizilerin politik bir kaderi var. Bizimkiler ya da Süper Baba’nın yerini bugünkülerin alması Türkiye’nin hikâyesi. Yakın dönemde bile ihraç markası olan diziler iki büyük darbe aldı. “Herkesle kavgalı dış politika” nedeniyle Mısır’la başlayarak ülkeler birer birer Türk dizilerini bıraktı. İkincisi daha kritik. Muhteşem Yüzyıl gibi Osmanlı dizilerinin hatta yandaş Atv’nin aldatmalı dizilerinin bile İslamcılar tarafından saldırıya uğradığı hatırlanırsa, Oğuz’un tespitleri şöyle: “İyi senaryo çok fazla çıkmıyor. Toplumda bu kadar bölünmüşlük, kaygı ve umutsuzluk olunca insanlar hayal kurarken otosansür uyguluyor. Toplum hayal kuramaz hale geldi. Senarist de bu ülkede yaşıyor. Pek çoğu hür bir üretim yapamaz oluyor.(…) Son zamanlardaki en büyük sıkıntı RTÜK’ün Türkiye’deki televizyonlara uyguladığı katı kurallardan kaynaklanıyor. Öpüşme, alkol, sigara olmayacak gibi maddeleri geçtik, aldatma olmayacak gibi ahlaki değerler üzerinden bakılıp anormal cezalar verilince senaristler de tıkandı.

Gülerken ağlayan muhafazakârlar

Bir dönem tüm Türkiye gibi muhafazakârların da eğlendiğini biliyoruz. Mustafa Oğuz’un 1991’de Yedikule Konseri’ne davet ettiği Cumhurbaşkanı Özal anısı sanki hiç yaşanmamış gibi:

Bizi karşıladığında üzerinde eşofman vardı. Meseleyi konuşuyoruz. Organizasyonu anlatıyoruz. Bizi dinliyor, arada eliyle şeyini kaşıyor. Bizi bir gülme tuttu ama gülemiyoruz tabii.

Yıllardır hatırlanan o konserin sonunda sahnedeki sanatçıların arasında Turgut Özal’ı şöyle hatırlıyor:

Samanyolu’nun söylenmesi için bütün sanatçılar sahneye çıktı. Bütün o sanatçılar dahildir buna, şarkıyı baştan sona kâğıda bakmadan, tek bir sözü şaşırmadan okuyan sadece Turgut Özal’dı. Çünkü çalışmış!

İslamcılığın fethettiği muhafazakârlar gülmeyi bıraktılar. Sonra ellerindeki iktidar sopasıyla Türkiye’ye gülmeyi unutturdular. Eğlenmek, “yeni Türkiye” için bardakların masa altına saklandığı, “Aman fotoğrafını çekmeyelim”li bir ayıp haline geldi. Devrin mizahçılarının taşlandığı, susuz ve sabunsuz popun yüceltildiği Türkiye’nin resmi; Fethullahçıların Sızıntı’ya kapak yaptığı, muhafazakâr esnafın duvarına astığı o “ağlayan çocuk” tablosu oldu.

Şimdi hepimiz evlerde Kemal Sunal’larla, Adile Naşit’lerle neşemizi ararken sahi Maksim’e ne oldu? Türkiye tarihi gibi, Thomas’ın 1928’de ölümünün ardından kâh siyasetle kâh mafyayla derken acı son… Caddebostan Maksim, süpermarket; Taksim’deki otopark; Taşlık’taki otel oldu. Kısacası şu beton gibi yüzümüzle gülemiyorsak bir nedeni var!



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları