Cumhuriyet Genç Yazın (21 Ekim 2022)

Cumhuriyet'in gençler için, gençlerle beraber hazırladığı ''Cumhuriyet Genç Yazın'' okurlarımızla buluştu.

Cumhuriyet Genç Yazın (21 Ekim 2022)
Abone Ol google-news
Yayınlanma: 21.10.2022 - 15:12

ÇOCUK GÖZLER

FEHMİ MARANKOS

Kitaplarımın düzenine şekil verirken, kitaplığın köşesinde, nice zaman var ki başı okşanmayan üvey evlat gibi kalmış, sesi duyulmamış, anlattıkları dinlenmemiş kasetleri karıştırdım bu sabah. Birçoğu anne-babamın gençlik çağlarında dinledikleri, aşina oldukları kasetlerdi bunların. Her birini bilir, tanırdım.

Mağusa Üniversitesi'nin sıralarına; girdiğim ilk dersten beri hoşlanmaya, sevmeye başladığım, gece ve gündüz fark etmeksizin durmadan düşündüğüm, kimi günler Salamis yolunun kenarından topladığım bir demet Kıbrıs papatyasıyla karşısına dikildiğimi hayal ettiğim, bir defasında toplu şiirlerimi verdiğim ve onları evinin bahçesindeki yosun tutmuş havuzda vıraklayan kurbağaların sesleri eşliğinde okuduğunu bildiğim Biyoloji öğretmenim Bayan A’nın dersine yollandığımda walkman’imle dinlediğim, bana seviyi duyuran, olmayacak düşler kurduran, ülkemi sevdiren şarkılardı bunlar.

Bunları dinlerken anne-babamın gençlik çağlarında; henüz dünyanın yaşanılabilir olduğunu, iyiliğin, dürüstlüğün, sevginin, dostluğun üzerinde yaşadıkları gezegeni ayakta tutan şeyler olduklarını sandıkları, kendilerini kandırdıklarını bildikleri halde bu aldanışı kabullendikleri o çağda hissettikleri tüm duyguları tattığımı sanırdım. Bu şarkılar tınılarıyla, sözleriyle onlarda ne çağrıştırıyorduysalar bende de benzer duyguları, izlenimleri çağrıştırıyorlardı şüphesiz.

Parmaklarımı eskiden bir dostu selamlarmışım gibi kasetlerin tozları üzerinde gezdirdiğimi fark edince aralarından rastgele bir kaseti walkman’e yerleştirdim. Kulaklığı taktım. Çöktüm koltuğa. Kapadım gözlerimi. Ersan Erdura'nın "Çocuk Gözler"inin bir zamanlar bende bıraktığı anılarla baş başa kaldım.

''Anılar dal ister konacak'' dediği gibi Oktay Rifat’ın, Erdura’nın sesi de kimi hatıralarımın dalı olmuş. Birçok anı Kurbağalıdere’nin üzerinde uçuşan yarasa sürüleri gibi üzerime üşüşüverdi. Ürperdim. Oysa kaç zaman var ki aklıma dahi gelmemişti bu anıların hiçbirisi. İşte onlardan biri:

Babam elinde yeni bir kasetle eve gelmişti. Bütün bahar aynı kasetleri başa sara sara dinlemiştim; Turgay Merih’i, Bora Ayanoğlu’nu, Ömür Göksel’i… Bir dergide gördükten sonra babama ısmarladığım bu kaset yeni duygular demekti, yeni görüntüler, izlenimler, seviler… İlk çalan şarkı "Çocuk Gözler" idi. Öyle sevmiştim ki bu şarkıyı, diğer şarkılara geçmeyi, öbürlerini dinlemeyi, bundan daha iyi olamazlar, diyerek bir hafta erteledim. O bir hafta boyunca herkesten sakladım şarkıyı. Bir ben bileyim istedim, bir ben dinleyeyim, bir ben duyumsayayım bu duyguları, renkleri, gözümü kapayınca beliren görüntüleri… Arkadaşlarımla paylaşmak istemedim. Şarkıyı kıskandım onlardan. Burcu dışında herkesten.

O günlerde Burcu’ydu sevdiğim kız. Üst kat komşumuzdu. Üç katlı apartmanımızın orta katında onlar bahçe katında ise biz otururduk. Mutfağın ve salonun kapısı bahçeye açılırdı. Burcu’yla televizyonda Susam Sokağı yahut bir pembe dizi, bir kovboy dizisi izler, ardından annemin elimize verdiği karpuz dilimleriyle ya da kurabiyelerle bahçeye çıkardık. Orada tüm dünyadan daha geniş bir alan vardı sanki. Samanyolu’ndaki hiçbir gezegen, bahçe duvarlarını muşmula, kayısı ve zeytin ağaçlarının çevrelediği ve duvar dipleriyle giriş yolunun çevresini rengarenk yaz çiçeklerinin süslediği bu bahçeden daha büyük olamaz diye düşünürdük. Kayısı ağacına kurulmuş salıncakta sallanır, denizden geldikten sonra turp çiçeklerinin sardığı şezlonglara uzanır, akşamları saklambaçlar, kovalamacalar oynardık.

Bir ilkyaz günüydü. Omzuma bir el dokundu. Baktım: Burcu. Ne olduğunu sordu. Dalmış gitmişim çünkü. Şarkı etkilemiş beni. Uzattım kulaklığı. Baş başa verip dinledik bir on dakika kadar. Sonra mutfaktaki radyoya taktım kaseti. Sesini de açtım. Ardından çıktık bahçeye. İlkyaz güneşinin sarhoş, bir hoş ettiği çiçekler, otlar yoğun, nemli bir koku yaymıştılar etrafa. Dut ağacının altındaki kanepeye oturduk. Elimizdeki dergilerle vakit geçirdik, ağustosböceği seslerine karışan şarkıyı dinledik.

Paşabeleni yolundan denize giderken "Şarkı kulaklarımda hâlâ çalıyor" dedi Burcu. Yüzüne baktım. Güneşin yaktığı, ayva sarısı tüylerinin daha da belirginleştiği kolundan tutup ahşap köşkün bahçesine çektim onu. Orada uzunca süre öptüm. Şarkı sebep olmuştu bu öpücüğe, unutamadığım bütün bir haftaya.

"Günler geçer ben kalırım" demiş koca Apollinaire. İşte, gelip geçti binlerce benzersiz gün. Konacak bir dalı olmayan birçoğu da unutuldu gitti. Unutulmayan renkli renksiz anı parçaları ise hatırlandıkça üzer oldu bizi. Kopardı şimdiden, şu andan. Döndürmek istedi geçmişe. Bir daha yaşanılması, dönülmesi mümkün olmayan eski Türkiye’nin her ânı, her mevsimi güzellikler getiren günlerinin özlemini duyurmaya başladı.

Olmuyor. O günleri ansıdıkça iç geçirmeden edemiyorum. Kendi yolunu çizemeden akıp giden bir ülkedeki çocukluğumu anımsıyorum. İçimde burkulmalar oluyor. Çok özlüyorum. Şaraba ve sakız leblebisine başvuruyorum. Unutturmasa da avutuyor onlar.

Bir şarkı neler de düşündürür insana. Burcu’nun "Çocuk Gözler"i götürdü beni geçmişe. Her şeyin gün günden daha da parlaklaşmasına rağmen renksiz geçen bu günlerin tatsızlığını duyurdu. Geçmişin sularında yıkanma isteği uyandırdı. Şükran Kurdakul’un bir şiirini hatırlattı.

"Anımsama yeter mi / Bilirsin sen / Kala kaldı arkamızda / Bir defa gezilen yollar gibi / Unuttuğum günler / Nerde şimdi / Nerdesin sen."


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon