Tuvale düşen kan

Umur Turagay'ın yeni filmi 'Güzelliğin Portresi' sinemamızda örneklerine çok seyrek rastladığımız türden bir korku/gerilim filmi. Burçin Terzioğlu ve Birkan Sokullu'nun başrollerini paylaştığı film babasının ölümünün ardından çocukluğunun geçtiği eve dönen bir kadının geçmişiyle hesaplaşmasını konu ediniyor.

Tuvale düşen kan
Abone Ol google-news
Yayınlanma: 15.12.2019 - 12:41

Son filmi “Güzelliğin Portresi” vesilesiyle baktım, Umur Turagay ilk filmi “Karışık Pizza”yı çekeli 20 yılı geçmiş. O zamandan beri gişede ya da eleştirmenler nezdinde çok ses getirmeyen “İkimizin Yerine” (2016) adlı aşk filminde gayrı sinemaya uzak kalmış Turagay, yazık ki. Yazık ki diyorum zira kuşağının parmakla gösterilen isimlerinden biridir Turagay ve kariyerini ağırlıklı olarak reklam piyasasında (biraz da TV'de) geçireceğine daha çok sinema yapsaydı bugün belki de dünya çapında bir usta sinemacımız olacaktı. Kendisine selam olsun.

NİHAYET FARKLI BİR KORKU FİLMİ

Gelelim sinemamızda benzerlerine hemen hiç rastlanmayan türdeki bir korku filmi olan son işine, yani “Güzelliğin Portresi”ne... Malumunuz bizde korku filmlerinin ekserisi üç harfliler üzerinden yürür ve artık hepsi neredeyse birbirinin aynısı makyaj hileleriyle izleyicinin sabrını sınayan bir çirkinlikler silsilesi halinde akıp gider. Zaten bu tarz filmlere giden gençler de korkmaktan ziyade yüksek sesle gülüp eğlenmek için (ya da korkacağını sandıkları kızlara kol kanat germe hayaliyle) dodurular salonları. En azından biz gençliğimizde öyleydik ve olur da filmden gerçekten korksak da (yerli korku filmlerinin olmadığı o yıllarda bazı filmler hakikaten korkuturdu) çaktırmamaya gayret ederdik. Uzatmayalım, son yıllarda bir iki ayrıksı örnek dışında (“Küçük Kıyamet” örneğin, ya da “Okul” ve bambaşka bir kulvarda “Baskın” gibi, ki Can Evrenol'u özel bir vaka olarak ele almak daha doğru olur herhalde) memleketimizde çekilen tüm korku fimleri 'cin' temelli kokteyller ve “Güzelliğin Portresi” bu anlamda yepyeni bir deneme. Sırf bunun için bile alkışı hak ediyor.

Film bir ressamın öldürülmesiyle başlıyor ve bu cinayetin bir hayalet tarafından mı işlendiğine dair güçlü şüpheler ekiliyor izleyicinin zihnine. Ardından öldürülen ressamın (Feridun Düzağaç elinden viski şişesi eksilmeyen ressam rolünde hoş bir tercih olmuş doğrusu) yurt dışında yaşadığını anladığımız kızı (Burçin Terzioğlu) geliyor, yanında kocası (Birkan Sokullu) ve küçük kızıyla (Lara Tonka). Filmin bundan sonrası biraz 70'li 80'li yıllardaki çokça izlediğimiz perili ev filmlerini andırır şekilde ilerliyor ve önce intihar ettiği düşünülen (polis öyle düşünüyor en azından, biz başka bir şey olduğunu zaten görüyoruz) ressam babanın geçmişini araştırmaya başladıkça farklı açılımlar alan hikâye 'diabolik' bir finale doğru ilerliyor. Daha fazla anlatıp da ipucu vermenin alemi yok, adamı sallandırırlar sonra.

FİLMİN MESELESİNE DAİR...

Yaklaşık 2 saatlik filmin üçte ikisinin geçtiği büyük konak içindeki sahneler genel olarak belli bir gerilimi tutturan ve izleyiciyi huzursuz eden anlarla bezeli. Bu anlamda film belli bir ölçüde amacına ulaşıyor, doğru; ama yine de biraz daha özenli bir kurguyla daha sağlam bir bütünlüğe ulaşılırmış izlenimini de alıyoruz doğrusu. Ayrıca ilk başlarda açıkçası filmin bir alt metni olacağı gibi bir hisse kapıldığımı ve bunun da örneğin “sanat korkusu” gibi bizde fazlasıyla karşılık bulacak ironik bir meseleyi önümüze süreceğini umduğumu itiraf edeyim. Ne yazık ki film öyle gitmiyor ve bir noktadan sonra bazı yönlerden inandırıcılığı tartışmalı bir intikam öyküsüne dönüşüyor. Açıkçası bu tarz filmlerde güçlü bir alt metin, filmin çekildiği toplumu ilgilendiren bir mesele ya da korku nesnesi (ki yukarıda alıntıladığım farklı örnekler deprem ya da sınav korkusu gibi konulara eğiliyordu) olması her zaman işi daha ilginç ve derinlikli kılıyor. Son yıllarda yabancı korku filmlerinin de böyle tasarlandığını görüyoruz; örneğin ırk/ırkçılık temelli filmler yapan Jordan Peele'in ya da tüm gizemini 'gelecek korkusu' gibi müphem ama gerçek bir noktaya bağlayan “It Follows”un başarısının sebebi bu diye düşünüyorum. Keza Güney Kore sinemasının da en başarılı tür filmlerinin altında hep bir toplumsal mesele olduğunu görüyoruz. “Güzelliğin Portresi” ise filmin hemen başlarındaki İstanbul görüntüleri hariç neredeyse tamamen kendini Türkiye'ye ait konu ve meselelerden soyutlamış bir hale bürünüyor. Evet, filmin bu tarz dertlerinin olması gibi bir ön gereklilik yok ama olsa çok daha sağlam bir tokat çakmaz mıydı? Şunu da belirteyim bu arada, eğer filmde kadına yönelik şiddet gibi bir meselenin işlendiği iddia edilecekse (ki böyle bir yönelim, entelektüel şiddeti ima eden bir nüve var filmde), bunun çok da doğru kurgulanmadığını ve sondaki sürpriz uğruna hızla feda edildiğini düşünüyorum.  

Filmi izlediğinizde siz de teslim edeceksiniz, hemen her karakterin farklı yüzlerini gördüğümüz hikâyede oyuncu performansları belli bir çıtanın üzerinde. Burada en ağır yük elbette Burçin Terzioğlu'nda. Günümüzün popüler isimlerinden Birkan Sokullu ve Melisa Şenolsun'un filmde çok eğlenerek oynadıklarını; yan rollerde Serkan Keskin, Şencan Güleryüz gibi isimlerin filme zenginlik kattığını; daha küçük rollerde Gizem Soysaldı, Güner Özkul, Gökçen Gökçebağ gibi oyuncuların dikkat çektiğini vurgulayalım. Küçük kızı canlandıran Lara Tonka'yı ise filmin geleceği parlak oyuncusu olarak bir kenara not ettim bile. Ayrıca özenli görüntü yönetimi ve Umur Turagay'ın ustalıklı rejisi de akılda kalıcı olumlu yanları “Güzelliğin Portresi”nin. 

Filmin Notu: 6/10


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler