Tosuner'den irdeleyici bir yeni!

Nasıl adlandıracağız Sen ve Kendin’i? “Psikolojik roman” olarak mı? Elbette! Romanımızın bu tür yönünden fazlaca varsıl olmadığını anımsarsak, yeni bir kazanım saymalıyız Necati Tosuner’in Sen ve Kendin romanını.

Yayınlanma: 02.03.2021 - 00:02
Abone Ol google-news

NECATİ TOSUNER ÖZNESİ

“Ey dil! Sensin bana bu dem hem-nefes!” Baki’nin ünlü Kanunî Mersiyesi’nden, “Ey gönül! Bu (kederli) zaman(ım)da bana dost olan sensin!” anlamına gelen bu dizeyi Necati Tosuner’in yeni yayımlanan Sen ve Kendin (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları) romanının daha ilk sayfalarında anımsadım.

Baki, söz konusu mersiyeyi, Kanuni’nin Zigetvar’dan ölüm haberinin gelmesi üzerine kaleme alır ve gönlünü (öteki benini) büyük yasına ortak etmek ister. Biri, öbürünün deyim yerindeyse dert ortağı konumundadır. Necati Tosuner’de ise, “sen” ile “kendin”, destek olmak, dert ortaklığı etmek bir yana sürekli birbirini sorgular, iğneler. Bu sürece, kesintisiz bir kavga hali de diyebiliriz belki.

Peki nedir bunun nedeni? Romanın öznesinin dur durak bilmeden kendisini gözlemlemesi, dinlemesi ve irdelemesi, daha da ötesi didiklemesinin hemen her sefer bir eksiklik, bir yetersizlik, bir hayıflanma, bir bezginlikle sona ermesi mi?

Biz okurlar, roman boyunca olan bitenleri yani bu sürekli sorgulama, iğneleme, yer yer de kavgayı izler dururuz. Haliyle bizler de kendimize göre yargılar belirleriz: Romanın öznesi kiminde haklıdır, kiminde haksız görünür. Evet, özne, sosyal / toplumsal kaynaklı mutsuzluklarında, yakınılarında haklıdır; ama bireysel olanlarda sanki fazlasıyla duyarlı, hatta alıngandır.

İster istemez, böyle bir birliktelik varsayarız: Romanın öznesi, herhalde yazar Necati Tosuner olmalı. Bu varsayımla onun da - en azından biz okurlarca - değerli bir yaşamı sürdüregeldiği ortadadır. O yaşamın yazınsal toplamı da ortada olduğuna göre, özne neden bunca olumsuz yargıya eğilimlidir? Neden kendisini hırpalar durur böyle?

Binlerce, on binlerce, milyonlarca insanın elinde avucunda sözü edilecek bir zerre olsun yokken, yazarın kendisi varsaydığımız öznenin avucu dolu doludur. Akaduran zamana, gitgide azalan, azaldığı duyumsanan ömre, yanı sıra süreğen bir yalnızlığa bundan iyi bir avuntu olabilir mi? Avuntudan da ilerisi demek olası: Esenlik ve mutluluk. Haydi, her zaman değilse de zaman zaman esenlik ve mutluluk, diyelim.

Baki’nin yasına gönlünden bir destek umması gibi, biz okurlar da, öznenin mutsuzlukları, eksikliğini duydukları (söz gelimi kendisini sevecek birini bulamaması) ile elinde avucundakiler arasında bir denge kurmasını bekliyoruz ama… o kadar… Kısacası, kendisini sorgulama, ötesi hırpalama, roman boyunca sürüyor. Öyle ki romanın asal “besini”de bunlar oluyor.

AKAN ZAMAN, AZALAN ÖMÜR

Bu da usumuza geliyor elbet: Akaduran zaman, gitgide azalan, azaldığı duyumsanan ömürler, bilinci belirli bir düzeyde kimi mutsuz etmez ki? Öznenin de mutsuz olması, kederlenmesi olağan. Bu keder ve mutsuzlukla ömrün bir muhasebesini yapması da o derece olağan.

Onca yapıt sahibi bir yazar olduğunu varsaydığımız öznenin (bilinci sürekli devinen, sürekli sorgulayan bir insanın), sıradan bir halk insanı gibi, tevekkülle boyun bükmesi olası mıdır? Elbette kendince ön planda duran ne varsa tartacak, irdeleyecek, arada katılıkla sorgulayacak, yargılayacaktır.

Öznenin bir yakınısı da yalnızlıktandır. Her zaman yerinde bir yakını mıdır bu? Hele özne, varsaydığımız üzere bir yaratıcı ise? Bu yaratıcılık sürecinde hayat elbet - yalnız kalmak yoluyla da - sık sık yitir(il)ecektir de. Belki tam anlamıyla yitirmek de değildir o. Kendine sözcükler aracılığıyla daha nitelikli, daha değerli bir hayat kazan(dır)maktır.

Yoğunlukla dile getir(il)mese de, öznenin sürekli kendisini didiklemesinde sosyal / toplumsal ortamların da önemli bir payı olduğu söylenebilir.

Özne, gerekli olmadığı sürece kimsenin kimseyle ilgilenmediği, kimsenin kimseye rahatsız edici gözlerle bakmadığı sosyal ortamlarda, söz gelimi öyle bir İstanbul’da ömür sürebilseydi, sanıyorum ki roman yer yer de - apayrı diyemesek bile - farklıca bir düzlemde ilerleyebilirdi.

Oysa günler geceler, aylar, yıllar neredeyse her zaman dört duvar arasındadır! Umulan, aranılan nasıl bulunacaktır bu durumda?

Roman, okura sık sık sorular da sordurur. Örneğin yaşamın tadına ağırlıklı olarak hangisiyle ereceğiz? Bedenlerimizle mi, yoksa edim ve eylemlerimizle mi? Ya aradıklarımızı bulamadığımızda pes mi edeceğiz, diretecek miyiz? Diretecek ve doğuracağı bezginlik ve mutsuzluklara katlanacak mıyız? Yoksa bazen de oluruna bırakmak, en doğrusu mu?

Bizde roman algısı hemen her zaman bu yöndedir: Zaman zaman düğümlenen, gize bürünen, okurun merakını canlı tutmayı gereksinen bir olaylar zinciri… Sen ve Kendin’de o bağlamda olaylar zinciri falan yok. “Sen” ve “kendin” kavramları üzerine, bu kadar kapsamlı ve derin bir irdeleme, irdeleyici roman kotarma da kolay değil doğrusu. Üstelik yalın ama bir o kadar da yazınsal bir dille… Okurun olaylar zinciriyle merakını ayakta tutmaksızın… Fakat “usta” nitelemesi de durduk yerde verilmiyor bir yazara.

Bu özellikleriyle nasıl adlandıracağız Sen ve Kendin’i? “Psikolojik roman” olarak mı? Elbette! Romanımızın bu tür yönünden fazlaca varsıl olmadığını anımsarsak, yeni bir kazanım saymalıyız Sen ve Kendin’i.


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler