Savaşma, canlandır Aylin Öney Tan muharebenin 200’üncü yıldönümünde Waterloo’daydı

Kıyafetler, kamplar arası mesafeler, pişirilen yemekler, hatta Napolyon’un tikleri bile iki asır öncesinin aynı. Yaklaşık 5 bin “canlandırıcı” Avrupa’nın kaderini belirleyen savaşı yeniden yaşamak için Belçika’nın Waterloo kasabasındaydı.

Savaşma, canlandır Aylin Öney Tan muharebenin 200’üncü yıldönümünde Waterloo’daydı
Abone Ol google-news
Yayınlanma: 29.06.2015 - 15:35

Bir süredir arpa tarlalarının arasından yürüyoruz. Hava puslu, yağdı yağacak. İçimden “Hava bile havaya girmiş, birazdan sağanak indirirse şaşmamak gerek” diye düşünüyorum. Tam iki asır önce, 18 Haziran 1815’te Waterloo Savaşı’nın yapıldığı alandayım. Tarlalar 200 yıl önceki gibi, aynen korunuyor, hava da o günkü gibi yağışlı. 

Avrupa’nın kaderini değiştiren bu savaş her yıl yeniden canlandırılıyor. Bu yıl ise en geniş katılımlı ve kapsamlı kutlamalar olarak ayrıca tarihe geçecek gibi. Tüm dünyadan gelen binlerce “canlandırıcı” dört gün boyunca türlü rollere bürünüyor, o devrin kıyafetlerini giyiyor, kamp çadırlarında kalıyor, kampta yiyip içiyor, kısacası o günleri hem tekrar yaşıyor, hem de yaşatıyor. 18-21 Haziran tarihlerinde Waterloo tekrar canlanıyor. 

Waterloo Muhaberesi’nin yapıldığı bölgeye yaklaşırken öncelikle istikameti Koalisyon Ordusu kampına yönlendiriyorum. Türkiye’de tartışmalar sürerken koalisyon ruhunu solumakta yarar var. Koalisyon Güçleri Cephesi tek bir kişiye karşı kurulmuş denilebilir. Napolyon önce monarşi düşmanı, halkın sevgilisi bir demokrasi mücahidi olarak kitleleri peşinden sürüklemiş ancak sonra gücün zehirli tadına kapılarak hızını alamayıp kendini imparator ilan etmiş. “Tüm Avrupa benim olacak” diye kafayı yiyerek savaş açılmadık cephe bırakmayınca, Napolyon’u durdurmak için ona karşı birleşik bir cephe oluşturulmuş. 

 

50 ÜLKEDEN İNSAN KOALİSYON KAMPINDA

Koalisyon kampı her şeyden önce çok renkli. Burada her milletten, her türden insan var. Savaşı canlandırmak için tam 50 ülkeden katılımcı gelmiş bulunuyor. Yüzde 18,34 ile en yüksek oran Almanya’ya ait. Bunu yüzde 17, 80 ile İngiltere izliyor. Fransızlar yüzde 9 gibi düşük bir oranda üçüncü sırada, ev sahibi Belçika ise Rusya’yı takiben beşinci. Herkes geldiği ülkeden bağımsız olarak tipine ve ruhuna uygun bambaşka bir karakteri canlandırabiliyor. Örneğin sahada görebildiğim tek Türk kılıklı katılımcı gururla Kahire’den gelen bir Memlük askeri olduğunu söyleyen Fransız Thierry oldu. 

Yaşını başını almış kişilerin çokluğu dikkati çekiyor. Ciddi oranda yaşlı nefer var. Kimisi arka cephe rollerini üstlenmiş, tamir, silah bakım vb. işleri yapıyor. Kadınlar kıyafetleri onarıyor, dikiş dikiyor, yemek pişiriyor ve hastalara bakıyor. Kimisi ailece gelmiş. Küçük çocuklar kadar, tahta çekçek arabada dolaştırılan bebekler de var. Kamp hayatı sade bir şekilde sürüyor, araziden toplanan çalı çırpıyla yakılan ateşte çay kahve demleniyor, yemek pişiriliyor. 

 

YEMEKTE DEĞİL AMA SOFRADA SINIF FARKI

Savaş canlandırmasında katılımcılar tam dört gün boyunca 200 yıl önceki yaşıyorlar, kampta yatıp kalkıp kendi yemeklerini kendi yapıyorlar. Ama eşitlik söz konusu değil elbette. Bir çadır diğerlerinden epey daha gösterişli gibi. Merakımı çekiyor, hemen içeriyi dikizlemeye başlıyorum. 

İçeride mavi-beyaz porselenlerle kurulmuş gerçekten şık bir sofra var. Bütün askerler metal maşrapalar kullanırken bu sofrada cam kadehler kullanılıyor. Hizmet eden emir eri sık sık kadehlerdeki suyu yeniliyor. Cam sürahideki suya portakal dilimleriyle tazelik kazandırılmış. Sofranın orta yerinde bir ananas bütün endamıyla duruyor. Çevresi portakal ve elmalarla çevrilmiş. Elma ve portakal diğer çadırlarda da görülüyor ama ananas sadece komutan sofralarında var. Besbelli ki üst düzey ordu komutanlarının sofralarından biri bu, epey de hararetli bir sohbetin içinde gibiler. Fırında rosto sanırım domuz etinden, yanında patates ve kırmızı lahana yemeği var. 

Çadırın içine burnumu fazla sokunca kapıda bekçilik yapan görevli beni ensemden çekip çıkarıyor. Acıkmış olarak kamplarda yemek durumunu incelemeye devam ediyorum. Patates tüm sofralarda ağırlıkta sanki. Kuyrukta askerler ellerinde metal tabaklar veya ahşap kaselerle bekleşiyorlar. Sırası gelen kumanyasını alıp yerde yiyor. Biraz önceki gibi havalı sofralar da yok değil. Aslında yenen yemekler üç aşağı beş yukarı aynı ama çadırdan çadıra sınıf farkı ister istemez oluyor. Gerçi biraz sonra hepsi temsilen ölünce arada fark kalmayacak diye aklıma düşmüyor değil. 

Biraz da Fransız cephesini görelim diye onların kampına yöneliyoruz ama mesafe yıpratıcı. Kampları gerçekte oldukları yerlere kurdukları için kilometrelerce yürümek gerek. Vardığımızda kamp toplanmaya, yürüyüşe geçmeye başlamış. Uzaktan gelen bir ritim giderek yakınlaşıyor. Yerine göre ıslık, yerine göre trampet ile birlikler tempo tutturuyor. Kimi birliğin başında ise marş marş tempo veren biri var. Bazı birliklerin aşırı yorgun ve bezgin görülmesi boşuna değil, katılımcılar hakikaten helak olacak kadar yoruluyorlar. Bunun canlandırmayı gerçekçi kılmak için bir numara olduğunu da sonradan öğreniyorum. Birden karşımda Napolyon beliriyor. Savaşı kaybettiği halde muzaffer bir havası var. Aslında bu daha çok ünlü komutanı canlandıran Fransız avukat Frank Samson’un zaferi. Tam on yıldır bu rolü kimselere kaptırmayarak tam bir zafer elde etmiş durumda. Napolyon’un peşi sıra askerlerle kalıp biz de yorgun argın savaş alanına yöneliyoruz. İki yüz yıl önceki savaşın, altı saat sürmüş Fransız saldırısı bölümünü canlandıracak ve telef olacaklar. Biz de iki saatlik bu gösteriden fotoğraf yakalama savaşı vereceğiz. 

 

TARİH TEKERRÜR ETMEZ İNŞALLAH

Belçika’dan Türkiye’ye karışık hislerle dönüyorum. Waterloo güya Avrupa’ya ve dünyaya barış getirmişti. Oysa tam yüz yıl sonra, biraz ötesinde Flanders tarlalarında, Bastogne ormanında Birinci Dünya Savaşı’nın en kanlı çarpışmaları yaşandı. Belçika tarafsız kalmıştı ama en fena yara alan ülkelerden biri oldu. Bir yüz yıl daha sonrasında aynı kuvvetler Ortadoğu’da bambaşka bir savaş sürdürüyor. Bu kez Irak ve Suriye cefayı çekiyor. İnşallah kaderimiz Belçika’ya benzemez diye düşünüyorum. Yakın geçmişte 18 ay hükümet kuramayıp hükümetsiz yönetilmeyi (veya yönetilememeyi) becermiş Belçika’yı örnek almayız umarım. Yoksa acaba tarih gene tekerrürden ibaret mi olacak? 

Çok yürümeyi göze alın

Waterloo savaş canlandırılması her yıl 18 Haziran’a en yakın hafta sonu yapılıyor. Elbette bu tarihler dışında da bölgeyi ziyaret etmek mümkün ama asıl heyecanlı kısım olan canlandırmayı izlemek. Fakat bunun için çok önceden internetten bilet almak gerek. Bu yıl tüm biletler mart ayında bitmişti. Ben üyesi olduğum SCIJ (Uluslararası Kayakçı Gazeteciler Kulübü) yaz toplantısı nedeniyle Valonya Turizm Ofisi'nin davetlisi olarak izledim. Yıl boyunca Wellington Müzesi, Aslan Tepesi, Napolyon’un son konakladığı ev toplam 19 euro’ya gezilebiliyor. Yıldönümünde ise bivouc (bivak) denilen kamp alanları 6.75 euro, gösteriler ise 15.75 euro’dan başlayan fiyatlarla izlenebiliyor. Gösterilerinin hakkını verebilmek için çok ama çok yürümeyi göze almak gerekiyor. www.waterloo1815.be

 

Napolyon rol çaldı 

Waterloo Savaşı’na damgayı vuran 200 yıl sonra gene Napolyon oldu. Fransız komutanı canlandıran Frank Samson bu işi biraz fazla ciddiye alıyor gibi, bir şekilde gündemi işgal etmeyi beceriyor. Napolyon nasıl Büyük Fransız İmparatorluğu’nu kurmakla kafayı bozmuşsa, Frank Samson da Napolyon olmakla kafayı bozmuş, tam 2005 yılından beri Napolyon rolünü üstlenmeyi hiç kimseye kaptırmıyor. Aslen Paris’te avukat olan Samson tıpkı Napolyon gibi Fransızcayı Korsika aksanı ile konuşuyor, onun gibi ceketinin kolunu çekiştirip duruyor ve her yıl kampa Napolyon dönemi mobil tuvaleti (kısacası lâzımlık) ile geliyor. Askerlerini ucuz Çin pazarından aldığı sahte altın paralarla ödüllendiriyor. Bu son seferde trafik polisi tarafından durdurulunca biraz bozulsa da sonradan iş tatlıya bağlandı. Doğrusu bravo Frank Samson’a, savaşı kazanan Wellington Dükü rolünü üstlenen Yeni Zelandalı Alan Larsen asla bu kadar ilgi çekemedi. Tıpkı gerçek savaştaki gibi savaşı kaybeden Napolyon herkesin aklında kalan oldu.

 

Waterloo gerçekleri:

  • 2015 kutlama canlandırması için 5 bin 253 kişi rol aldı. Ayrıca cephe gerisinde 973 kadın ve çocuk canlandırıcı vardı. Orduda 100 top, 4 ton barut ve 360 at kullanıldı. Atları beslemek için her biri 125 kiloluk 240 balya saman, 300 kiloluk 200 balya sap ve 15 bin litre su tedarik edilmiş. Bunun gerçek savaşın onda birini bile temsil etmediği düşünülürse iki yüz yıl öncesinin cehennemi ortamı daha iyi anlaşılır. 
  • Waterloo belki de kazananından çok kaybedeni ile anılan tek savaş. Bu savaş Napolyon’un sonu olmuşsa bile her zaman onun adıyla anılıyor.

 

  • Waterloo Savaşı aslında Waterloo kasabasında gerçekleşmemiş. Olayın geçtiği arpa tarlaları aslında Braine-l'Alleud kasabasında yer alıyor. Wellington Dükü savaş alanlarına bir gece önce kaldığı yerin ismini verdiğinden bu paye Waterloo kasabasının olmuş. Braine-l'Alleud sakinleri bu duruma fena halde bozuluyorlar ama kendi isimlerinin kolay telaffuz edilemeyeceğinin de hakkını veriyorlar. Ne de olsa savaş Wellington Dükü Arthur Wellesley tarafından kazanıldı ve o da bir İngiliz olarak Waterloo adını tercih etti. 

 

  • Waterloo Savaşı’nı asıl kazanan veya kazandıranın Prusya kuvvetlerinin başındaki Wahlstadt Prensi Gebhard Leberecht Von Blücher olduğu söylenir. Kısaca Mareşal Vorwärts olarak anılan komutan, adını söylemek zor geldiğinden olsa gerek en sık verdiği emir “Vorwärts!” yani “İleri!” lakabıyla anılır. Mareşal Vorwärts önceleri büyük bir kayıp verip geri çekilmişse de son anda beklenmedik bir şekilde savaşın orta yerinde ortaya çıkacak ve Fransız ordusunu perişan edecektir. 

 

  • Waterloo Savaşı sayesinde bu adı benimsemiş dünyada tam 52 Waterloo kasabası var.   

 

  • Waterloo adını alan önemli noktalar arasında öne çıkanlar Londra’da yer alıyor. Londra metrosundaki Waterloo durağı adını savaştaki İngiliz zaferine borçlu. Thames Nehri üzerinde bulunan Waterloo Köprüsü ise 1817 yılında inşa edilmiş. Köprüye ilk olarak Strand Köprüsü adı verilse de Wellington Dükü, Napolyon karşısında kazandığı zafer anısına adını Waterloo olarak değiştirmiş. 1848 yılında açılan tren garı ise köprüye olan yakınlığı dolayısıyla Waterloo Tren İstasyonu olarak adlandırılmış, buradan geçen metro durağı da adını buradan almış.

 


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler